Kürt sorunu üzerine kafa yormak,
PKK'yla başlayan bir süreç değil.
Kürtler ve sorunları mecrasında Dr. Mehmet Şükrü Sekban ve
Kürtçe'yi 1930'lu yıllarda Latin alfabesine adapte eden Celadet Ali Bedirhan isimleri,
Öcalan'dan, Kemal Burkay'dan ve Musa Anter'den çok daha önceliklidir.
Bakmayın şimdi nisyana terk edildiklerine.
Öcalan 29.7.2011 tarihli görüşme notlarında şunları söylüyor:
"Celadet Ali Bedirhan, meseleyi iyi biliyordu, iyi anlamıştı, iyi araştırmıştı. Mustafa Kemal'e
mektup da yazmıştı. Ama elinden bir şey gelmiyordu. O dönem cılız kaldı. Fazla bir şey yapamadı. Ama ben bu şartlarda her şeye rağmen dünya kadar şey yaptım. Bu görülmüyor mu?"
Peki Bedirhan tarih koridorlarında nasıl bir
profil bıraktı?
Bedirhan'ın üstünlüğü, halkının dili için ortaya koyduğu mücadelede
vahşet ve
cinnet yerine
kalem ve düşünceyi
tercih etmiş olması.
Dindar bir adam olan Bedirhan, geride dünyayla kucaklaşma iktidarı taşıyan bir Kürtçe bıraktı.
O olmasaydı belki bugün Güneydoğu'da Kurmanci lehçesi diye bir şey bilinmeyecekti.
Ya utanmadan "Bedirhan fazla bir şey yapamadı" diyen Öcalan?
Kürtler'e kan,
gözyaşı,
olağanüstü hal ve
terör ortamından başka ne bıraktı?
Sorun Kürtler'in sosyal-kültürel kimlik ve haklarıysa, yeni anayasanın en belirleyici paradigmalarının bunlar olacağı belli.
Bir gün bu sorun çözüldüğünde Öcalan'ın geride bıraktığı vahşet unutulacak mı?
Kürt halkına hizmette biri dünyanın en derin çukuru Guam, diğeri
Everest mesabesinde.
Öcalan, Bedirhan'ın yanında dağda koyunlarını kaybetmiş bir
çoban.
Celadet Ali Bedirhan, Devlet-i Aliyye'nin dağılmasından sonra Kürt aşiretlerinin birliğini sağlamak için çaba göstermişti.
O dönem Kürtler arasında hayli itibar gören bağımsız
Kürdistan fikrine iltifat etmedi.
Ta ki etnik temele dayalı ulusalcı bir ideolojik devlet kurulana kadar.
Sonunda M. Kemal'e yazdığı mektupta:
"Resmi bir duyuru ile Kürdistan'ın varlığını, Kürtler'in tarihsel, ulusal, kültürel haklarını tanır ve açıklarsanız, işte o zamandır ki sorunun çözümüne doğru büyük ve önemli adım atılmış olur... Paşa hazretleri tek yol budur..." ifadelerini kullanmaktan çekinmedi.
Bedirhan bu mektubu 1930'larda tek parti faşizminin yaşandığı, Zilan deresinin kıpkızıl aktığı, Şark Islahat Planları'nın devrede olduğu bir atmosferde yazdı.
Hakkaniyet ve zulüm nedir, nerededir iyi bilirdi.
Bedirhan 2011 Türkiye'sinin demokratik ikliminde yaşasaydı, eminim ki BDP-PKK ekseninin yaman bir hasmı olurdu.
"Bir Kürt milliyetçisi olmakla iftihar duyan ben de, bütün hayatım boyunca, Türkiye'den ayrılmayı asla hatırıma getirmedim... Böyle bir heves, imkânsızı ve faydasızı talep etmek demekti. Kuvvetle inanıyordum ki, Türkiye'den ayrılmış bir Kürdistan, manen ve maddeten yaşayamayacaktır. Sonraki hadiseler de göstermiştir ki, bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Kürt halkının gerçek menfaatleri yönünden bir felâket, bir
yıkım olurdu."
Hayatının en olgun çağında söylediği bu sözler, gerçek bir Kürt entelektüeli Şükrü Sekban'a ait.
Dr. M. Şükrü Sekban, ikinci meşrutiyetten sonra kurulan, Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti kurucuları arasında bulunmuş, Kürtlük davasının bir numaralı müdafii olmuştu.
Sekban, 1923'te Kürtler'e özerklik verilmesini ve Kürtçe'nin
resmi dil olmasını savunmuştu.
Öcalan yakalanmadan özerklik nedir bilmezdi.
Öcalan ve Kandil'in hoparlörü BDP'liler, Öcalan "
demokratik özerklik"ten bahsedene kadar bu modele yabancıydı.
İşte Dr. Sekban 1920'lerde bu işe derinlemesine kafa yorduğu için Kürt entelektüeliydi, "Kürtler için
bağımsızlık imkânsız ve faydasız" dediği için değil.
Kürt devleti imkânsızdı, zira Kürt-Türk iç içe geçmişti.
Faydasızdı çünkü bu devletin doğmasıyla ölmesi bir olacaktı.
Hâlâ da öyle.
Dr. Sekban'ın şu tespiti BDP'lilere
kapak olacak cinsten:
"Bir de, sadece dilin, bir milleti teşkil etmeye yeteceğini sananlar vardı, unutuluyordu ki bir millet birliği meydana getirmek için, bunun dile, ırka, memleket manzarasına, geleneğe, mukadderat ve muhite, aileye ve inanışa istinad etmesi şarttır."