"Komşularla sıfır sorun" terimi
AK Parti iktidarında dış
politikamıza kazandırıldı.
Suriye,
Yunanistan ve hatta
Ermenistan'la ilişkilerimizde uygulandı.
Bunlardan Ermenistan hariç, çok ciddi başarılar elde edildi.
"
Sıfır sorun" barışçıl ve yapıcı bir dille, güvenliği ve refahı artıran bir diplomasi.
Ancak son dönemlerde
İsrail, Rum kesimi ve Suriye'ye yönelik öne çıkan "dil" ve "üslup" ister istemez Türkiye'nin "sıfır sorun" politikasını terk edip "şahin" bir diplomasiye yöneldiği yönünde
algı oluşturmaya başladı.
Gerçekten böyle mi?
Dış politikanın ve dilinin belirleyicisi konumundaki isimlerle bu hususları konuşma fırsatı buldum.
Niyetlerinin "şahinleşme" olmadığını ancak istem dışı gelişen olayların ister istemez bu haklı algıya neden olduğunu kabul ediyorlar.
Türkiye'nin Mavi
Marmara nedeniyle İsrail'e 15 ay toleranslı davrandığını, açık ve gizli temaslar dâhil her yolu denediğini ancak İsrail'in hatasından vazgeçmediğini kaydediyorlar.
İlk kez
sivil Türk vatandaşlarının düzenli bir ordu tarafından uluslararası sularda öldürüldüğünü, Türkiye'nin sessiz kalması halinde yeni katliamlara kapı aralanmasından endişe edildiğini kaydediyorlar.
İsrail'e yönelik 15 ay sonra kullanılmaya başlanan dil, bilinçli bir
tercih ama bir zorunluluk sonucu doğmuş durumda.
Bu politikanın alternatifi,
Mavi Marmara'da öldürülen ve aynı zamanda
Amerikan vatandaşı olan Furkan'a Washington'ın veya aynı gemide zorla gözaltına alınan Avrupalı vatandaşlara Avrupa'nın
seyirci kalması gibi sessiz kalmak olabilirdi.
Ankara, her ne sebeple olursa olsun 9 vatandaşının katledilmesini sessiz seyretmeyi devlet geleneğine aykırı buluyor.
Hatta "sıfır sorun" gibi "
şefkat eli"nin, şu an olduğu gibi "sert dil" içeren "kudret eli"yle desteklenmesi gerektiğini diplomatik yollardan sonuç alabilmek için gerekli görüyor.
İsrail ile "gerilim yükseltme" nasıl bir zorunluluk sonucu bilinçli ortaya konuyorsa, Rumlar'la
sondaj krizi ve Suriye'ye baskılar da bizim elimizde olmayan nedenlerle eş zamanlı ortaya çıkan krizler olarak görülüyor.
Aynı anda bu kadar çok krizi
kontrollü tırmandırmanın güçlüğü, içeride ve dışarıda yaratacağı algı bozukluğu politika belirleyicilerini de rahatsız ediyor.
Ancak Rumlar'ın İsrail ile
işbirliği için de Kıbrıs'ın ortak zenginliğini tek taraflı
gasp etmelerine yönelik sert tepki gösterilmemesi halinde, soruna barışçıl çözümlerin üretilemeyeceğinden kaygı duyuluyor.
"
Şahin" çıkışlar, bir nevi krizin çözümünü zorlayan yol olarak görülüyor.
Nitekim krizin amilleri şu an "itidal" çağrısı yapıyor...
Suriye konusunda da Türkiye'nin tercihinin sertlik olmadığı, aylarca Esed'e telkinde bulunduklarını ancak sivil katliamlarının artması ve reformların gerçekleşmemesi nedeniyle başka seçenekleri kalmadığını ifade ediyorlar.
İstense çok farklı diplomatik hamleler üretilebilir mi?
En azından "dil" ve "üslup" kamuoyuna açık beyanlarda daha naif seçilebilir mi?
Neden olmasın.
Ama "Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi vardır..."
İyi niyet girişimleri sonuç vermeyince "kriz tırmandırma" bu dönemin en önemli özelliği olarak öne çıkıyor.
Şu an yaşadığımız sorun, birden çok krizin planlanmadığı halde eş zamanlı yaşanması.
İçeride ve dışarıda bir algı bozukluğu yaşanıyor.
"Sıcak çatışmalara mı itiliyoruz" kaygısına kapılanlar bile var.
Krizler kontrollü olarak tırmandırılırken kamuoyu algısı üzerinde de kontrol çalışmaları yapılmalı.
Türkiye'nin dünyada yükselen imajına ve istikrarlı büyümesine sekte vurulmamalı.