Ekonominin komutanları faal, cephedekiler uyuyor!


Son yazıda Türkiye'nin dikkat çeken ekonomi performansına odaklandık. Yazının başlığını da 'günün sonunda teğet bile geçmeyecek' şeklinde attık. Türkiye'nin kazanımlarına bakarken bunlardan 'konjonktürel' ve 'göreceli' olanları ile kalıcı olanları iyi ayrıştırmak gerektiğine vurgu yaptık. Yazıyı yazarken Türkiye'nin Çin'den sonraki en yüksek büyümeye tekabül eden yüzde 8,8 oranındaki ikinci çeyrek büyüme rakamları daha açıklanmamıştı. Ancak 'büyüme birinci çeyreğe yakın yüksek gelecek' tezini savunuyorduk. Öyle de oldu. Türkiye'de büyümenin kaynaklarına bakıldığında yüksek seyreden iç talep ve gerçekten yüzde 42 oranında artış gösteren ve özel sektör odaklı olarak gelişen sabit sermaye yatırımları dikkat çekiyor. Şimdi bu noktada durmayalım ve daha derin katmanlarda, daha kalıcı gerçeklere dönelim. Türkiye'nin 2001 yılının ilk yarısı itibarıyla cari açığı gayri safi milli hasılasının (GSYH) yüzde 9,3'ünü buldu. Gerçi küresel ortamın bozulması, büyümenin yavaşlaması, emtia fiyatlarının gevşemesi, TL'nin sıkı bir değer yitirmesi (bundan sanki herkes çok mutlu?!) sayesinde cari açık bu tepe noktadan geriye gidecek. Gidecek ancak bu düzey, Türkiye'yi cari açık veren hatırı sayılır büyük ülkeler liginde lider mevkiine yerleştiriyor. Hatırlanacağı üzere 1990'larda kamu açıkları nedeniyle iç açıklar verirdik. Bunu kısa vadeli ve son derece oynak sermaye girişleri ile üstelik çok da pahalıya finanse ederdik. Açıklar ve açıkların finansman şekli nedeniyle de fırlayıp giden bir enflasyon vardı. Dolayısı ile kur-faiz-enflasyon arasında korkunç bir kısır döngü derinleşip ekonominin kırılganlığını iyice artırırdı. 2000'li yıllarda iç açıkların yerini büyük oranda, bu sefer, özel sektör kaynaklı dış açıklar aldı. Özel sektör açıklarının içinde Türkiye'de faaliyet gösteren yabancıların payı da çok ağırlıklı. Ayrıca açıkların finansmanı da uzun vadeli, daha düşük maliyetli, yani daha düşük risk içeren bir şekilde sağlanıyor. Ayrıca ilk yedi ayda 9 milyar doları aşkın sermaye girişi var. Bu, 2010 yılının neredeyse tamamını yakalamış durumda. Bu sermaye de yüzde 90'ı aşkın bir şekilde Avrupa'dan gelmiş. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın çok yerinde ifade ettiği gibi çok kötü bir dünyada Türkiye yabancı sermaye için sakin bir liman hüviyetinde. Buna rağmen ben cari açığa işsizlik ve refah transferi olarak bakıyorum. Cari açıkdevam ettiği sürece Türk şirketlerinin sermaye birikimini sağlaması ve Türkiye'nin zenginleşmesi mümkün değil. Türkiye bir açık pazar haline gelir ve bir orta gelir tuzağında debelenip durur. Gelişmeler bu yönde güçlü sinyaller de veriyor. Memnuniyet verici olan şu ki; bu dehlizden çıkmak için son günlerde hükümette bir farkındalık, bir hareketlilik, artan bir gayret var. Bir kere yerli ürün kullanılmasına ilişkin Başbakanlık genelgesi çok geç kalınsa da yayınlandı. Uluslararası düzenlemeleri ihlal etmeden bunun yapılması için düğmeye basıldı. Unutmayın, yerli malı alacağız diye kaliteden ve fiyattan taviz verilmesi beklenmesin. Yerliler hem kaliteyi hem dem maliyeti tutturmak zorunda. İkinci olarak İhracata Dönük Üretim Stratejisi Değerlendirme Kurulu'na ilişkin Başbakanlık genelgesi de Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu kurul da Ekonomi Bakanlığı'na bağlı olacak. Keza Piyasa Gözetimi, Denetimi ve Ürün Güvenliği Değerlendirme Kurulu da harekete geçti. Yine Ekonomi Bakanlığı'na bağlı. Görüyorsunuz, Sanayi Bakanlığı ile Zafer Çağlayan'ın Ekonomi Bakanlığı iki kritik bakanlık haline geldi. Ekibe, sesi soluğu çıkmayan Kalkınma Bakanlığı'nın da katılması gerekiyor. İşe yaramayan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kapatılıp, yaramayan bir kalkınma bakanlığı olmasın. Ayrıca Kalkınma Bakanlığı daha kalkınma ajanslarını bile aktif olarak hayata geçiremedi.
<< Önceki Haber Ekonominin komutanları faal, cephedekiler uyuyor! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER