Öylesine uğultulu bir milliyetçilik propagandası var ki herkes kum fırtınasına yakalanmış
deve yavrusu gibi dizlerinin üzerine çöküp gözlerini kapamış vaziyette.
Kafasını kaldırıp konuşabilen pek yok.
Allahtan ki bazı dürüst ve cesur insanlar yaşıyor bu
ülkede.
Yıldıray Oğur’un dünkü yazısı olağanüstü dürüst ve cesurdu, kimsenin söylemeye, sormaya cesaret edemediklerini söyleyip soruyordu.
Mavi
Marmara gemisinde
İsrailli askerlerin dokuz “
sivil” insanı öldürmeleri, insanlık adına utanç verici, hiçbir askerin onur duymayacağı alçakça bir cinayetti.
Ama Oğur’un yazısında söylediği gibi, “En büyük silahı haklılık ve sivillik olan bir
yardım gemisinden
Gazze ablukasını delecek bir firkateyn, askerî olarak en tecrübeli olanı en fazla savaş görmüş aktivistlerden de Arap devletlerinin dize getiremediği İsrail’i yenecek bir direniş
örgütü yaratmaya çalışanlar da
hesap vermeyecek mi?”
“Gemiye ilk inen üç İsrail askerini döve döve ele geçirip İsrail askerlerine en iyi bildikleri işi yapmaları yani gaddarca adam öldürmeleri için fırsat verenler, bu ölümlerden hiç sorumlu değiller mi?”
Oğur’un büyük bir dürüstlükle bize yol gösterdiği gibi dokuz sivili alçakça öldüren İsrail’i elbette insanlık adına, vicdan adına,
adalet adına suçlayacağız ama öldürülen dokuz kişiyi bile bile ölüme gönderenlere de “Neden böyle yaptınız” diye soracağız.
O yolculuğu organize eden örgüt neden “sivil bir eylemi” bir “cihada” çevirdi?
İsrailli askerlerin barbarlığı ortadayken neden sivil insanları gereksiz bir çatışmaya soktu?
Tabii, sadece bu örgüte soru sormayacağız, hükümete de sormamız gerekiyor.
O gemide öldürülen
kurbanlardan birinin yolculuğa çıkmadan önce “Şehit olmaya gidiyorum” dediği, yolcuların en azından bir kısmının “barışçı” bir eylemin içinde “savaşçı” bir
damar aradığı biliniyor, bunlar bilindiği halde neden hükümet bu eyleme izin verdi?
Neden örgütü uyarmadı?
Gerektiğinde gemiyi durdurabildikleri, ikinci seferin yapılamamasından belli, neden bu inisiyatiflerini ilk seferde kullanmadılar?
Neden o insanların kurban olmasına göz yumdular?
Bir devletin görevi, Gazze’deki insanların yanı sıra kendi insanlarını da korumak değil midir?
Niye korumadılar?
Hükümet, bu meselede kendine yönelik her eleştiriyi “İsrail avukatlığı” diye püskürtmeye çalışıyor, bu, İsrail’in değil “kurbanların” avukatlığı, ölen insanların hesabını öldürenlere sormak hakkımız olduğu kadar, onları ölüme gönderenlere de sormak hakkımız.
Mavi Marmara ile ilgili
Birleşmiş Milletler
raporu yayımlandıktan sonra da hükümet esip gürlüyor, Doğu Ak
deniz’e “savaş gemilerini” göndermekten söz ediliyor.
Bütün ülke,
Birleşmiş Milletler tarafından büyük bir haksızlığa uğradığımıza inandırılıyor, Davutoğlu BM Komisyonu’nun “politik mülahazalarla hareket ettiğinden” yakınıyor.
Bugün bizim gazetede cesur ve dürüst bir yazı daha okuyacaksınız, Emekli Büyükelçi
Ünal Ünsal, bu rapor meselesinin içyüzünü olduğu gibi anlatıyor, “bu komisyona verilen misyonun zaten politik amaçlı” olduğunun raporda belirtildiğini söylüyor.
“Birleşmiş Milletler Davutoğlu’nu kandırdı mı” diye soruyor.
Ya Birleşmiş Milletler Davutoğlu’nu kandırdı ya da Davutoğlu bizi kandırıyor.
Büyükelçi Ünsal, Birleşmiş Milletler’in bizi kandırmadığına, bu sertliğin iç politikada puan toplamaya yönelik olduğuna inanıyor.
Hükümet son zamanlarda frensiz gidiyor, tehdit etmediği kimse kalmadı gibi, Birleşmiş Milletler’i,
Avrupa Birliği’ni, Kürtleri, Yahudileri, Ermenileri, Rumları tehdit ediyor, sanki politikada “sertlik” dışında hiç bir yöntem kalmamış gibi davranıyor.
Bu sertlik hukuk alanına da sirayet etti,
Deniz Feneri’ni soruşturan üç savcıya Adalet Bakanı’nın izniyle görevden el çektirildi,
Ergenekon savcılarının yaptığı işlemin benzerini yaptıkları için “tahrifatla” suçlandılar.
Savcılar soruşturuluyor ama bir bakanın yakını olduğu söylenen “köstebekler” soruşturulmuyor, savcılar hakkındaki şikâyet on sekiz ay önce ortaya çıktığı halde neden şimdi görevden alındıkları açıklanmıyor, açıklanamıyor.
AKP hükümeti, nedenini tam kavrayamadığımız bir baş dönmesi içinde, Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun çok sevdiği “
Osmanlı mirasçılığı” meselesini fazlasıyla ciddiye alıp “sultanlığı” da benimseyerek gerçeklerle bağlarını koparmaya başlamış gibiler, sanki her şeyi yapabileceklerine, kendilerine hesap sorulamayacağına inanıyorlar.
Dostoyevski’nin bir kahramanını
tarif ederken, “Onun delirdiğini anlayamadıklarını için kaba biri haline geldiğini düşünüyorlardı” demesini bugünlerde çok sık hatırlıyorum.
İktidarın “sertliği” sandığımız şey başka bir şey mi acaba, diye düşünüyorum.