9 günlük bayram tatilinin sonunda 150'ye yakın kişi hayatını kaybederek yakınlarını hüzne boğdu.
Vefat edenler,
sakat kalanlar, yetimler, öksüzler... Maddi hasarın hadd u hesabı yok.
Ne ilginçtir ki bayramın kana bulanacağı biliniyordu. Devlet tedbirler aldı, polis günlerce uyumadı her kavşağı denetim altına aldı, medya "Aman dikkat!" nev'inden yayınlar yaptı... Yine de korkulan başımıza geldi, ölümlü
kazalar yaşandı. Ölenlerin yakınlarına Allah'tan
sabır diliyorum...
Ancak anlamak mümkün değil! Yollarımız beş-on sene öncesiyle kıyaslanamayacak kadar
modern hale geldi. En ücra köşelerimizde bile ya
otoban bulunmakta ya da duble yol. Devlet yapacağını yapmış, dağları delmiş tüneller açmış, yol kenarlarına gayet modern tesisler kurulmuş ki insanlar dinlenebilsin. Heyhat! Beş-on sene önce lüks sayılan
arabaların yüzüne
bakan yok artık. Yüksek kapasiteli araçların acil
fren sistemlerinden kaza anında devreye giren tedbirlerine kadar pek çok avantajı bulunmakta. Buna rağmen insanlar
trafikte can veriyor. Neden?
Maalesef acı gerçekle yüz yüze gelmek zorundayız: Yol ve araçlardaki kalite artışı kadar sürücü seviyesindeki çıta yükseltilemedi. İnsanlar trafikte birbirine saygı duymuyor; tıpkı hayatın diğer alanlarında saygı duymadığı gibi. Araba sürme kültürümüz yok. Kurallara uyma alışkanlığımız hâlâ çok zayıf. Siz çok dikkatli olsanız, kurallara uysanız bile bir başkası şımarık ve serseri tarzıyla gelip başınıza bela kesilebiliyor. Hiçbir modern ülkede bu kadar vahşetle, dehşetle, şehvetle araba kullanan ve hesaba çekilmeyen insan yaşamıyordur; bundan emin olun.
Uzun yıllar sonra bir bayramda sıla-ı rahim yapmak isteyince trafiği yerinde
izleme imkânına kavuştum. Bir annenin, kanlar içinde ters dönmüş arabadan çıktığını gördüm. Bir yavrucağızın hıçkırıklar içinde annesinin başında
gözyaşı döktüğüne şahit oldum. Şehirler arası bir otobüsün bir
aileyi göz göre göre yolun dışına itişine ve olayı gören vatandaşların tepkisine,
şoför ve avenesinin kahkahalarla
cevap verdiğine rastladım. Sürekli şerit değiştiren ve her hareketiyle hem kendini hem başkalarını tehlikeye atan onlarca sürücüyü anlamaya çalıştım. Bazıları eğitimli insanlara benziyordu. Hatta önemli bir kısmı aile reisiydi, belki
torun tosun sahibiydi. Yani dışarıda görseniz gayet normal ve beyefendi bir insan sanırsınız. Ancak trafikte '
makas atma'yı maharet sanıyor, sürekli hız sınırını aşıyor, öndeki aracın tamponuna kadar yaklaşıp sürekli
selektör yapıyordu. Peki ne oluyor da sade vatandaş direksiyon başına geçince adeta gözü dönüyor, aklı başından gidiyor, şuuru dumura uğruyor? Bu soruya cevap bulmak zorundayız!
Trafikte ödediğimiz bedel, o mel'un
terörü çoktan solladı. Geçenlerde Twitter'dan şu soruyu yönelttim: "Aranızda trafik kazası sonucu bir yakınını kaybetmeyen kaldı mı?" sadece bir kişiden, "Hiçbir yakınımı kaybetmedim ama böyle bir akıbetten korkuyorum." cevabı geldi. Aynen öyle! Neredeyse her ferdin bir yakını canını trafik kazasında kaybetmiş durumda ve hâlâ ufukta umut
vaat edecek bir gelişme gözükmüyor... Elbette, trafik kurallarına azamî ölçüde riayet ettiği halde başına kaza gelenler de var.
Tabii ki meselenin devlete bakan yönleri var. Kurallar daha sert uygulanacak, cezalar caydırıcı olacak, ehliyetler üzerindeki denetim artacak, bazı sürücüler için modern ülkelerde olduğu gibi
psikolojik tedaviler ve gözetimlere başvurulacak, sabıkası kabarık sürücüler için
hapis cezaları devreye girecek, alkollü sürücüye göz açtırılmayacak vesaire. Hatta bu tedbirler de yetmez; demiryollarında ve hava yollarında yapılan muazzam çalışmalara daha çok ağırlık verilerek insanların
ulaşım alternatifi artırılacak. Ancak her şey sonuçta bir soruda kesişiyor: Direksiyon başına oturan adamın kendini kaybetmesi nasıl önlenecek, cehalet ve vahşete
esir olmasının önüne nasıl geçilecek? Meselenin bam teli bu!
Belki de her şeye sil baştan başlamak gerekiyor. Ta ilk mektepten başlayıp 70 yaşındaki sürücüyü de kapsayacak şekilde insana saygı ve tahammül kültüründen bahsetmek, onu fıtratımızın bir parçası haline getirmek şart. Burada en büyük görev (eğitim kurumları kadar) medyaya düşüyor. İlle de, "Ben araba sürerken başkalaşırım ve canavarlaşırım." diyenin de yakasına
kanun yapışacak. Yoksa daha çok kan akacak ve maalesef bayramlar herkese
zehir olacak.
Hocaefendi'den trafik kazaları ikazı
İnsan hayatını ilgilendiren ve ucu vicdanlara dokunan her mevzuun dinî ve ahlakî prensiplerle ilgisi vardır. Trafik de öyle. Kurallara inadına uymayan ve kasten insan hayatını tehlikeye atan adamın kanun yakasına yapışmalıdır; ancak dinî prensipler de onu erdemli davranmaya (terğip ve terhip yoluyla) davet etmelidir. Nedense bu konularda yeterince açıklama yapılmıyor...
Fethullah Gülen Hocaefendi'den trafikle ilgili şu hayati satırları sizlerle paylaşıyorum; çok önemli: "Trafik kurallarına uymak bir vatandaş olarak, ondan önce de bir
Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta meseleye fıkhî açıdan yaklaşacak olursak, trafik kurallarına uymanın vacip olduğunu bile söylemek mümkündür. Çünkü bu kurallar, uzun deneme ve araştırmalar sonucu elde edilen, 'iki kere iki dört eder' kat'iyetinde olmasa da yine de bir kesinlik ifade etmektedir. Meselâ, trafik kazalarına sebep olan âmillerin başında
aşırı hız gelmektedir. Bu açıdan şehir içi ve şehir dışında belirtilen hız limitlerine uymanın vacip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla,
hız limiti aşılıp, bunun sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu kaza,
cinayet hükmünde değerlendirilebilir. İslâm fıkhında buna şibh-i amd/kasta benzeyen öldürme denir... Ayrıca İslâm fıkhının özünde bulunan bir başka prensip de şudur: 'Başkasına zarar verici her fiilden kaçınması mümkün iken kaçınmayan ve ihmalkâr davranıp ihtiyatı elden bırakan kişi o işin sonucundan sorumlu tutulur.'
Trafik kazalarına bu açıdan da bakıldığında kazaya sebebiyet verenlerin sorumlu olduğunu söylemek mümkündür."
Özetleyerek iktibas ettiğim bu satırlar bile trafik ile ilgili ne kadar büyük bir sorumluluk taşıdığımızı ortaya koyuyor. Ne dersiniz?
Şehirlerin kimyasını kim bozuyor?
Hazır bayrama gelmişken çocukluk ve ilk
gençlik yıllarımın geçtiği mekânlara uğrayayım dedim. Demez olsaydım. İlkokulum buharlaşmış, kaybolmuş.
Gazi Paşa İlkokulu'nun yerini
Cumhuriyet İlköğretim Okulu almış. "Peki o meşhur Cumhuriyet İlkokulu'na ne oldu ki gelip bizimkini işgal etti?" diye sordum. Meğer Yozgat'ın tam göbeğindeki o taş mektebi de üniversite rektörlük binası yapmışlar. Olacak şey değil. "Bu okullar kaç nesil
mezun vermiştir; kim buralarla satranç oynar gibi oynuyor?" dedim. Eski valilerden birinin adını verdi herkes. Birkaç yıllığına göreve gelen bir
devlet memuru şehrin
hafızasıyla bu kadar oynama hakkına sahip mi?
Mesele sadece ilkokulla sınırlı olsa bunu sizinle hiç paylaşmazdım. Bizim
Merkez Ortaokulu da gitmiş, yerine Celal Atik ismi gelmiş. "O isimde bir
ortaokul zaten vardı; nasıl oldu da Celal Atik ismi geldi de bilmem kaç kuşağın yetiştiği Merkez Ortaokulu'nu işgal etti?" diye sordum; meğer o da benzer bir hikâyeye
kurban gitmiş.
Mevzu sadece okullar değil ki! Çocukluk yıllarımdan beri bilirim ki otogarda Davudî bir ses "Peyik
Akdağ!" diye bağırır yolcu arar. Şimdi Peyik ismi gitmiş, Doğankent gelmiş. Bunlara kim karar veriyor; bu kararlar verilirken şehrin hafızası ve ruhu hesaba katılmıyor mu? Bütün bunlar olurken yerel basın uyuyor mu? Yakından tanıdığım yerel basının değerli gazetecileri neden yeri göğü inletip
sivil toplumu ve o okulların mezunlarını harekete geçirmiyor? Üzücü bir durum...
Sadece Yozgat'ta yaşanmıyor hafıza kaybı. Geçen bayramların birinde de Rize'deydim. Hemen her kasabanın iki ismi var; birini
halk kullanıyor diğerini
bürokrasi. Başbakanlar yetiştirmiş bir şehrin hali bile böyle olursa gerisini siz düşünün. İnsan sormadan edemiyor: "Bürokratların başka işi kalmamış da geçici bir süre için bulundukları şehirde isim ve mekân mı değiştiriyorlar?"
PANORAMA
30
Ağustos Zafer
Bayramı sırasında
Genelkurmay Başkanı başıyla
selam verirken objektiflere takıldı ve kraldan çok kralcılar bu tabloya fena bozuldu. İyi de; birisi Genelkurmay başkanı diğeri "başkomutan" sıfatı taşıyan Cumhurbaşkanı. Bu manzaradan rahatsız olan bedbahta sormazlar mı, "Sen kimsin?" diye. Askerden çok askerci takılıp sonra da gazeteci ya da akademisyen diye gezmenin bir başka manası olmalı...
Karayılan geçenlerde bir festivale 'görüntülü
mesaj' göndermiş. Yakalanmadığını, şu anda mücadeleye devam ettiğini ve arkasında hiçbir ülkenin olmadığını söylemiş. PKK'nın 2 No'lu adamının
İran tarafından yakalandığı haberinin üstünden tam 22 gün geçti ve ancak şimdi görüntüsü ortaya çıkıyor. Büyük ihtimalle ortada PKK'yla ilgili bir pazarlık masası kurulmuş. Bu pazarlıkların hem yakın ülkelerle ilişkimiz açısından önemi var hem terör eylemlerinin deşifre edilmesi açısından. Bekleyip göreceğiz...
E-Muhtıra diye tarihe geçen o malum gece yarısı
bildirisi Genelkurmay'ın web sitesinden kaldırıldı. Bir
demokrasi ayıbı daha ortadan kaldırılmış oldu aslında. Şimdi yeni bir
tartışma var; e-
muhtıraya o gece
destek veren meslektaşlarımız için, o bildiri çöpe gidince özür borcu doğdu m