Ağustos ayı
Türkiye Cumhuriyeti'nde iki başlılığın, askerî vesayetin sona ermesi, ordunun seçilmiş hükümetin otoritesine tabi olması yönünde yeni adımlara sahne oldu.
Hatırlayalım: Ay başında
Genelkurmay Başkanı ve
kuvvet komutanları,
Balyoz darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla
tutuklu bulunan
generallerin "haklarını koruyamadıkları" gerekçesiyle topluca
emeklilik talebinde bulundular. İlk kez
Başbakan'ın
başkanlık ettiği Yüksek
Askeri Şura'da TSK'nın yeni komuta kademesine atamalar herhangi bir sıkıntı yaşanmadan yapıldı.
Ardından MGK'da asker ve
sivillerin karşı karşıya oturması geleneği terk edildi; asker ve sivil üyelerin oturma yerleri devlet protokolüne uygun olarak belirlendi. Ardından Genelkurmay eski Başkanı'nın emekli olmadan bir yıl kadar önce kimi subaylarla yaptığı bir toplantıda TSK'nın PKK'ya karşı mücadeledeki zaaf ve yanlışları yanında demokrasiye saygısız zihniyetini sergileyen itiraflarını içeren ses bandı medyaya yansıdı. Emekli generalin noktası ve virgülüne kadar sahip çıktığı itiraflar, TSK'da reform ihtiyacını açık ve net bir şekilde ortaya koydu.
Ardından 27
Nisan 2007 tarihli, seçilmiş hükümeti darbeyle devirme tehdidi içeren e-
muhtıra Genelkurmay'ın internet sitesinden kaldırıldı. Ardından Başbakan Erdoğan, eşi başörtüsü nedeniyle içeriye alınmadığı için 4 yıldır ayak basmadığı
Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ne (
GATA) gitti ve
mezuniyet törenine katıldı. Tören sırasında bugüne kadar görülmedik bir şey yaşandı: Ürdünlü ve başörtülü bir anne oğlunun mezuniyetini zılgıt çekerek kutladı. Ardından yine bir geleneğe son verildi ve
30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını
Genelkurmay Başkanı'nın değil Başkomutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı'nın kabul etmesi ilkesi benimsendi ve uygulamaya kondu.
Bu adımların devlette çift başlılığın son bulması yönünde sadece "sembolik" adımlar olduğu, anayasal ve yasal düzenlemelerle güven altına alınmaları gerektiği muhakkak, ama önemli oldukları da yadsınamaz. Zira bu gelişmeler, askerin siyasetten arındırılması ve mesleğine odaklanmasının TSK'nın gerek mesleki başarısının, gerekse toplumdaki itibarının güven altına alınması bakımından şart olduğu düşüncesinin yalnızca toplumda değil ordu saflarında da yaygınlaştığına işaret etmekte.
TSK her ne kadar kendini toplumdan soyutlanmaya çalışmış ise de toplumun bir parçasıdır ve günümüz koşullarında toplumda cereyan eden tartışmalardan soyutlanması mümkün değildir. Bu nedenle 2002-2006 döneminde, geçmiştekilere nazaran daha özgürlükçü ve demokrat zihniyetli (
helal süt emmiş!) bir Genelkurmay Başkanı çıkmış ve kuvvet komutanlarının seçilmiş hükümete karşı darbe yapmasını önlemiştir. Şimdi de geçmiştekilere nazaran daha özgürlükçü ve demokrat zihniyetli bir Genelkurmay Başkanı'nın çıkıp sivilleşme adımlarına
destek vermesinde şaşılacak bir şey yoktur. Herkes, her şey değiştiği gibi (istenen hızla olmasa da) TSK da değişiyor. TSK'da ve her kesimde
demokratikleşme yönünde zihniyet değişimi, gerçekte, bütün yasal değişikliklerden çok daha önemli.
TSK'da zihniyet değişiminin kolay olmamasında da şaşılacak bir taraf yok. Geçenlerde değerli tarihçi Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu hatırlattı:
Osmanlı imparatorluğunun çöküş döneminde
Alman General Von der Goltz'un Harbiye'de yaptığı reformlardan bu yana yetişen subaylar hep milleti ordunun bir uzantısı olarak gören "millet-i müselleha" ("silahlanmış millet") fikriyle yetiştiler. (Bkz.
Star, 23 Ağustos 2011.)
Şimdi sıra zihniyette değişimin yasalar ve anayasada yapılacak sivilleşme yönündeki yeni düzenlemelerle tamamlanması. TSK İç Hizmet Kanunu'nun (darbelere yasal dayanak gösterilen) 35. maddesinin değişmesi yönünde partiler arasında mutabakat oluştuğuna göre, gelecek ay toplanacak olan TBMM'nin ilk işlerinden biri bunu gerçekleştirmek olmalı. Aynı nedenle Genelkurmay Başkanı'nı Savunma Bakanlığı'na bağlayacak anayasa değişikliğinin gerçekleşmesi için de yeni bir anayasa yapılmasını beklemeye gerek yok.