Başbakan, devletin el koymuş olduğu "
azınlık vakıfları mallarını" geri veriyor... Hayrettir, kendini solcu sanan hiçbir ahmak bu sefer "karşıdevrim yapılıyor" diye ağzını açamadı. Artık utanıyorlar galiba.
Bu bir karşıdevrim değil. Peki, bazı arkadaşların söyledikleri gibi, tam tersine, bir devrim mi?
Hani, Genelkurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması gibilerden?...
Pek o da değil.
Hükümet, tek parti diktası döneminde yenilmiş olan bazı haltları temizliyor.
Azınlık vakıflarının mallarına mülklerine 1936 yılında el konuldu.
Böylece
Türkiye, yerlere göklere sığdıramadığı ve hep birilerini "çiğniyorlar" diye suçladığı Lausanne Antlaşması'nı bizzat kendisi çiğniyordu!
Aynı yıl İsviçre'nin Montreux kasabasında yapılan bir antlaşmayla da (gittim gezdim, şehir değil irice bir kasabadır),
Boğazlar bölgesine nihayet asker sokabiliyordu! Anlı şanlı cumhuriyetimizin ilk on üç yılında Türk ordusunun
Çanakkale ve İstanbul'a yaklaşmasının
yasak olduğunu bilir miydiniz?
Boşuna mı kopmuştur o "Lausanne
zafer mi, hezimet mi" tartışmasının gürültüsü?...
1936, Türk faşizm tarihinde başka açılardan da büyük önem taşır.
Aynı yıl, İsmet
İnönü (başbakan) ve Recep Peker (
CHP genel sekreteri) adlı iki ahbap
çavuş, İtalyan
modelini andırır bir "faşist konseyi" tasarısı geliştirdiler. Peker İtalya'ya gidip Mussolini faşizmini incelemiş, çok beğenmiş, dönüşünde İnönü'ye bu konsey teklifini bir
rapor şeklinde sunmuş, İnönü de beğenerek onaylamıştı...
Bu konsey "atanmışlardan" oluşacak, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin "dışında ve üstünde" yer alacaktı.
İnönü, bu yüzden
Atatürk'ten esaslı bir fırça yedi.
Ertesi yıl da başbakanlıktan yürütüldü.
Fakat gitmeden başka işler yaptı... Konsey fikrini tutturamamıştı, "siyasi müsteşarlık" diye bir şey
icat etti. İdari müsteşarın yanısıra, her bakanlığa bir de parti üyesi siyasi müsteşar atadı. Parti (bildiğiniz CHP canım) her bakanlığı "içinden" de
kontrol edecekti.
Siyasi müsteşar, yani politik
komiser!
Bu rezillik, Mussolini İtalyası,
Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası'nın uygulamaları doğrultusundaydı. Milli bayramlarda gençliğe aynı ülkelerin "
spor gösterilerinin" yaptırılmaya başlanması da aynı sıralara rastlar. Benzer şekilde, ve bu "programın" bir parçası olarak, tek partiyl
e devlet, tıpkı yukarıda andığımız üç ülkede olduğu gibi "içiçe" geçirildi. Valiler aynı zamanda hem belediye başkanı, hem de parti il başkanı oldular. Partinin "altı ok" ilkeleri de Anayasa'ya girdi!
Atatürk'ü de "Şef" yaptılar. Tıpkı Lenin ve Stalin ikilisinde olduğu gibi, Atatürk öldüğünde "Ebedi Şef" sıfatıyla bir kenara konacak, İnönü de "Milli Şef" olacaktı. (Kılıçdaroğlu'nu da "şefgarson" mu yapalım?)
Celal Bayar'ın 1937'de başbakanlığa gelir gelmez ilk işlerinden biri "siyasi müsteşarlık" rezilliğini kaldırmak olmuştur. Atatürk bu siyasi müsteşarlık işini hiç beğenmemiş, İnönü'yü çiğnemiş olmamak için bir süre ses çıkarmamıştı...
Bu gerçekler, hele hele İnönü- Peker ikilisinin o konsey manevrası, yeni kuşaklardan ve "İnönü solun
doğal lideridir" palavrasıyla kazıklanan saftırık solculardan öylesine ustalıkla gizlenmiştir ki, ben kırkımdan sonra öğrenebildim.
Şimdi artık cumhuriyet, yıllardır ezdiği, horladığı, malına mülküne, parasına el koyduğu gayrımüslim vatandaşlarıyla barışmaya, tek parti diktasının zehirli kalıntılarından kurtulmaya çalışıyor. Ama basının postal yalayıcı
sivil faşistlerine sorarsanız buna "Osmanlı'yı diriltmek" diyeceklerdir.