Amberin Zaman,
Galata Kulesi civarında yuvalanan ve
alkol alıp,
müzik yaptığını iddia eden bir güruhtan dolayı kendi evini terk edip, bir başka semte taşınmak mecburiyetinde kalmış.
Demek ki, rahatsızlık duymuş. Ama her rahatsızlık duyan, rahatsızlık sebebini yerinde bırakıp giderse bu, nereye varır? Fakat ne yazık ki, Türkiye'de bilhassa Sünnî çoğunluk, bu
ülkenin en az yüzde yetmişi, miskin bir sindirilmişlik içinde rahatsızlığını bile dile getirmekten çekiniyor. Bir sokağı, bir mahalleyi birkaç yeni yetme, her türlü rahatsız edicilikleriyle teslim alıyor, kimseden ses çıkmıyor. Şoför, otobüste, minibüste sigara içiyor, arabayı dilediği gibi kullanıyor, kimseden "Ne yapıyorsun?" diye bir uyarı gelmiyor. Halkın büyük çoğunluğunun paylaştığı İslâmî
inanç, düşünce, dünya görüşü, ahlâk ve hayat tarzına aykırı her düşünce, her inanç, her
uygulama, her davranış, ne kadar uç ve birkaç kişi tarafından bile sahiplenilip temsil edilse
özgürlük kapsamına alınıyor; buna karşılık, özellikle İslâm ibadetine, ahlâkına ve hayat tarzına ait herhangi bir düsturu, kaideyi savunmak ise özgürlüklere, "
yaşam tarzı"na müdahale olarak derhal mahkûm ediliyor ve medya lincine tâbi tutuluyor. Meselâ, oruca ve oruçluya saygısızlık, özgürlük; saygı beklemek ise özgürlüğe ve "yaşam tarzı"na müdahale. Yatak odasını sokağa, toplu
taşıma araçlarına taşımak özgürlük, buna karşı çıkmak ise özgürlüğe ve "yaşam tarzı"na müdahale. Her davranışın bir yeri vardır, zamanı vardır, usulü vardır. Evlerde bile
yatak odası ayrıdır, oturma odası ayrıdır. Bir anne-
baba bile aynı davranışı evde çocuklarının yanında salonda sergilemez. Öyleyse kimin
halkın en az yüzde doksanının kabûllenemeyeceği bir davranışı onca çocuğun, gencin, yaşlının, kadının, erkeğin, ailenin yanında sergileme ve onları rahatsız etme hakkı olabilir?
Bir ülke, bir millet, ordusuyla, rejimiyle, ekonomisiyle ayakta kalmaz; hepsinden önce değerleriyle ayakta kalır; varlıklar içinde insan olmanın gerektirdiği ahlâkî düsturlarıyla ayakta kalır. Ve her ülkenin, her milletin benimsediği değerler vardır ve kanunlar, anayasalar, bu değerler üzerine oturur. En azından halk çoğunluğunun değerleri üzerine oturmayan kanunlar, ancak zora dayanarak uygulama imkânı bulabilir; bu da, hem kalıcı olmaz hem de
kaos ve anarşi doğurur. Değerler, eğitim sistemi ve kanunlar
ittifak ettiği zaman zora gerek kalmaz. İşte İslâm, değerleri koruma adına "Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker" düsturu getirmiştir ve Kur'an, bunun üzerinde ısrarla durur. Bu düsturu yerine getirmek, İslâm'da farz-ı kifayedir. "İçinizde hayra çağıran, ma'rufu emredip münkerden nehyeden bir topluluk bulunsun." (Âl-i İmran Sûresi/3: 104) Bu topluluk, öncelikle âlimlerdir: "Mürşidleri ve âlimleri, onları büyük günah olan sözler sarf etmekten ve
haram yemekten alıkoysalardı! (Ama heyhat!)" (Maide Sûresi/5: 63) Bir ülkede bu görev yapılmazsa herkes sorumlu olur. Devletin lâik olması, bu görevin ifasına mâni değildir. Çünkü halkımız, Müslüman'dır; ayrıca lâik de olsa, İslâmî de olsa, her ülkenin v
e devletin elbette korunması gereken değerleri olacaktır ve devlet, halkının da değerlerini koruyacaktır. Bu görevin yerine getirilmemesi,
toplumları da, ülkeleri de çökertir. Kur'ân-ı Kerim, bu görev yerine getirilmediği için
İsrail Oğulları'nda bir topluluğun helâk edildiğini, helâke sürüklendiğini ve nasıl "insanlıktan çıktıklarını" anlatır (A'râf Sûresi/7: 163-165) Bu görevin ifa edilmemesinin bir toplum için nasıl bir felâket olduğunu anlatır: "İsrail Oğulları'ndan küfre düşenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi, onların
isyan etmeleri ve sürekli taşkınlıkta bulunup haddi aşmaları idi. Hangi türde çirkin bir fiili işlemeye dursalar, bundan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlar, bilakis onu işlerlerdi. Ne de kötüydü yapıp durdukları bu şey!" (Maide Sûresi/5: 78-79)
İslâmî ve ahlâkî değerlere savaş açanlar, bir gün onlara en fazla ihtiyaç duyanlar olacaktır.