Demirtaş'ı KCK'dan korumak


Demirtaş, Selahattin Demirtaş. Şu bizim BDP Grup Başkanı. İşte onun, KCK'dan korunmasından söz ediyorum. Absürt bir şey değil mi? Bence değil. Geçen gün şöyle yazdım: PKK Selahattin Demirtaş'ın çocuğunu kaçırsa, onu PKK'nın elinden kurtarmak da devletin "güvenlik" hizmetinin gereğidir. Yani PKK sempatizanı bir Kürt siyasetçiyi PKK tasallutuna karşı korumak gibi bir görevi de vardır hükümetin. O ihtimal öylesine bir ihtimaldi, belki hiç akla gelmeyecek ihtimaldi. Ama Demirtaş'ın korunması gereken zamanlara doğru hızla ilerliyoruz gibi geliyor bana. Selahattin Demirtaş, PKK'nın son Çukurca cinayetinden sonra yaptığı değerlendirmede, bilinen, alışılagelen söylemler arasına "PKK iyi mi yapıyor, bana göre iyi yapmıyor, PKK eylem yapmamalı" gibi bir cümle de yerleştirmiş. Demirtaş bu cümlenin, mesela Taraf'ın orta sayfasına manşet olmasını ister miydi bilmem. Ama işte orada manşet olmuş. Bir Kürt siyasetçinin böyle bir sözünün Taraf'ta şu veya bu sayfada manşete çıkması, özel bir mesajdır, özel mesajın anlamı da, o Kürt siyasetçinin PKK ile araya mesafe koyma girişimi olarak yorumlanır. Mesele şu: O mesaj Kandil'de ya da KCK karar merkezlerinde nasıl okunmuştur? Bunun cevabı tahmin edilebilir: Şu anda KCK, öyle bir tayin edicilik putlaşması yaşıyor ki, Demirtaş'ın sözleri karşısında yüzlerin ekşidiğinden emin olabiliriz. Hatırlayalım: Şu sıralar tenzil-i rütbe yaşadığından söz edilen Öcalan bile bir ara, "Siz kim oluyorsunuz ki diye seslenmişti BDP'lilere. Her birinizin milletvekilliği benim irademe bağlı." KCK'nın derin yapılanmasının ise BDP'lilerin boynunda boza pişirdiği biliniyor. Hep şu değerlendirme yapılmıyor mu? -BDP'lilere bu kadar yüklenilmesi ve PKK ile aralarına mesafe koymalarının istenmesi haksızlık. O zaman orada politika yapmaları imkânı kalmaz. Bu tespit doğru ise ortada BDP'lilerin "güvenli siyaset yapma sorunu" gibi bir "güvenlik sorunu" olmuş olmuyor mu? Diyoruz ki, Demirtaş'ın şu sözü söylemesi bile bir "cesaret" meselesi. Bu durumda BDP'lilerin PKK'yı sahiplenmesi tam da "katiline âşık olmak" anlamına Stockholm sendromu olmuyor mu? İster eli mahkum denilsin ister katiline âşık olmaktan söz edilsin, ortada bir "katil"in bulunduğu ve asıl bölge insanının üzerinden o "katilin tasallutu"nun bertaraf edilmesi gerektiği açık. Benim burada "tasallut" diye ifade ettiğim şey, şimdilerde "PKK hegemonyası" olarak dile getiriliyor. "PKK bölgenin tek hegemonu olmak istiyor ve şiddeti tırmandırıyor" değerlendirmesi yapılıyor. Bütün bunları çok temel bir çarpıklığa işaret etmek için yazıyorum: Deniyor ki: "Devlet yeniden güvenlikçi politikalara savruldu!" Ben de diyorum ki: Güvenlik politikaları, devletin güç kullanması ise evet, bu güç kullanımında yanlışlıklar yapılabilir, bu da insanların devletten "illallah" demesine ve terör örgütüne sempatizan hale gelmesine yol açabilir. Ancak devletin güvenlik sağlayıcı gücü devreden çıktığında, şu veya bu silahlı örgütün, ülkeyi bir tedhiş ortamına götürmesi kaçınılmazdır. Devletin güven sağlayıcı iradesi "gevşediğinden" bu yana, PKK'nın, özellikle Doğu-Güneydoğu'daki tasallutu ihmal edilemez bir gerçeklik haline gelmiştir. Bizi, şehit haberlerinin alarm durumuna geçirmesi anlaşılabilir. Ama bu, terörün sadece bir boyutudur. PKK-KCK terörü asıl Doğu-Güneydoğu'yu nefes alınamaz hale getirmiştir. Bakın şimdi: Şivan Perver'in, Kemal Burkay'ın, Orhan Miroğlu'nun korunmasından söz ediyoruz. Hatta belki Osman Öcalan'ın bile korunmasından söz etmek mümkün. Hatta Abdullah Öcalan'ın bile tenzil-i rütbe yaşadığından bahsedildiğine göre onu bile devlet korumasına almak gerekebilir. Mehmet Şimşek, Mehdi Eker gibi Kürt çocuklarından söz etmiyorum. Onlar zaten korunmak zorunda. Hakkâri'nin çocuğu imam Aziz Tan'ı koruyamadık, şehit edildi. BDP'lilerin bile izinsiz nefes alamadığı bir vasat söz konusu ise devlet bir şeyler yapmalı... Bu da "Açılım"ın vazgeçilmez boyutlarından birisidir.
<< Önceki Haber Demirtaş'ı KCK'dan korumak Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER