Terörle daha kararlı bir mücadelenin başlayacağı ilan edildiğinden beri, birçok yazar kötü bir şeyden bahseder gibi, "güvenlik
siyasetine geri dönüldü" diye yazıyor.
Sanki güvenlik önemsiz bir şeymiş gibi... Sanki bir iktidarın baş görevi o ülkede yaşayan
halkın güvenliğini sağlamak değilmiş gibi...
Bir devlet, halkının can güvenliğini sağlamak için gereken bütün güvenlik tedbirlerini almayacaksa ve gerektiğinde şiddet kullanmayacaksa başka ne zaman kullanacak? Devletin elindeki şiddet tekelinin anlamı da bu değil mi zaten? Bunu yapınca
özgürlükleri yok etmek, demokrasiyi ve adaleti
tatil etmek zorunda olduğunu nereden çıkarıyoruz?
Özgürlükleri yok etmek için "güvenlik" sloganına sığınanların varlığı ve çokluğu, genel kamuoyunda yanlış bir yargı yarattı anlaşılan.
Güvenlik kötü şeylerin adı gibi oldu. Özellikle İkiz Kuleler saldırısından sonra özgürlük-güvenlik ikileminden söz etmek o kadar yaygınlaştı, kafalar bunları bir ikilem içinde görmeye o kadar şartlandı ki, birinin olduğu yerde öbürünün var olamayacağı sanki bir siyaset bilim
yasası gibi işlendi zihinlere. Oysa ne böyle bir yasa ya da
kural var ne de gereklilik.
Aksine, güvenlik siyasetlerinin etkili olabilmesi için özgürlükçü politikalarla bir arada yürütülmesi gerekiyor. Tabii tersi de doğru.
Tekrar
Kürt sorununa dönersek...
Geçmişe baktığımızda, bu ikisinin hiçbir zaman bir arada olmadığını görürüz.
Çok yakın bir zamana kadar Kürt politikasını belirlemede tek yetkili olan vesayetçi rejimin zaten özgürlükler diye bir meselesi hiç olmadı.
Cumhuriyet tarihi boyunca izlenen inkâr ve zorla asimilasyon üzerine kurulu politikanın sonuçlarını hep birlikte gördük.
Bu konuda ağzımız o kadar yanmıştı ki, "Kürt
açılımı" ile birlikte girdiğimiz yeni dönemde, hepimiz
terörist örgüte ve onun
legal alandaki uzantılarına bir geçiş dönemi, bir adaptasyon şansı tanımak adına toleranslı bir çizgi izlenmesinden yanaydık.
Hükümete de hep bu yönde telkinlerde bulunduk. Reformlar yapıldıkça, terörün de marjinalleşeceğini ve siyaset yoluyla çözüm konusunda adımlar atılacağını umuyorduk.
Ama bu olmadı. Terör örgütü bunu bir zaaf olarak algıladı. İç savaş tehdidiyle,
baskı ve
şantaj politikalarıyla bölgede kendi baskıcı rejimini kurabileceği zehabına kapıldı. Hem Kürtler'e hem Türkler'e emrivaki yaparak özerklik ilanına kalktı. Vergi vermeyeceğini, kendi
vergisini kendi toplayacağını, halk mahkemeleri kurup kendi yargılamasını kendisinin yapacağını açıkladı.
İşte şimdi bu noktadayız. Ve ilk defa, güvenlik ve özgürlük politikalarını bir arada ve eşzamanlı olarak yürütmek için uygun bir ortam var.
Eğer bu hükümet, söylediğini gerçekleştirebilir, özgürlük ve güvenlik politikalarını bir arada uygulayabilirse...
Yani bir yandan teröre anladığı dilde
cevap verirken bir yandan da
Anayasa reformuyla Kürt sorununun kaynağını teşkil eden maddeleri Anayasa'dan ayıklayabilirse;
İki toplumun bir arada yaşamasının hukuki formülünün ve bunun için idari yapıda gerekecek değişikliklerin parlamento platformunda özgürce tartışılmasını sağlayabilirse;
Fikirle eylemi birbirine karıştırma gibi bir hataya düşmez,
Terörle Mücadele Kanunu gibi anti demokratik kanunları değiştirir,
tek tip yargıya geçerse...
Kürt bölgesindeki halkı PKK'nın baskı ve tehditlerine karşı koruyabilir ve insanların fikirlerini özgürce ortaya koyabilecekleri ortamı sağlayabilirse...
Barış için yeni bir umut doğar.