Euro bölgesindeki
ekonomik kriz, AB’nin geleceğine ilişkin olumsuz ve ümitsiz senaryoların yapılmasını olanaklı kılıyor. Ekonomik daralma, borç krizinin aşılamaması, üyeler arası dengesizliklerin artması gibi ekonomik-mali sorunlar siyasal bütünleşme sürecinde de sorunların yaşanmasına neden oluyor. Üy
e devletlerin birbirlerine güveni zayıflıyor, halklar da bir yandan Brüksel’den uzaklaşma eğilimi gösterirlerken bir yandan da içinde bulundukları ekonomik ortamın sorumluluğunu AB’ye ya da bir diğer üye ülkenin halklarına yüklüyorlar.
Bu sosyo-ekonomik krizin daha da derinleşmesi mümkün. Bununla birlikte,
Avrupa bütünleşmesinin başladığı yıllardan günümüze kadarki sürede karşılaşılan ilk ve tek krizin bu olmadığı hatırlatılmalı. 1960’ların başlarında başlayan bir ekonomik kriz, birkaç yıl içinde üst üste devalüasyonlar yaşanmasına, tarım sektöründe bitimsiz grevlere yol açmış, ardından üye devlet arasında sorunlar yaşanmıştı. Bu sıralarda
Fransa 1968’deki toplumsal krizle boğuşurken, Birleşik Krallık’ın üyeliğine yıllarca karşı çıkmayı da
ihmal etmemişti.
Sonuçta kriz aşılmış, Birleşik Krallık bekleme odasında havlu atmamış ve Fransa bu ülkenin üyeliğine razı olmak zorunda kalmıştı ve bu üyelikte
Almanya önemli bir rol oynamıştı.
Tıkanma
Bugün AB’nin dönüp
Türkiye’ye bakacak hali yok gibi gözükmekle birlikte, büyük genişlemeler ile ekonomik krizler arasında bağlantı olduğu söylenmeli. Türkiye’nin üyeliğinin bu krizin aşılmasında olumlu bir ivme kazandırması olası; ancak önceki dönemlerde olduğu gibi bugün de bu tür bir genişlemenin krizi büyüteceği sanılıyor.
Söz konusu ortamın Türkiye-AB ilişkilerindeki heyecanı ortadan kaldırdığı çok açık, bu da irade kaybına yol açıyor. Türkiye’de yapılması gereken bir dizi reform, Parlamento’da onaylanması gereken bir dizi uluslararası
anlaşma bulunuyor ve hiçbirinde AB’nin siyasal-hukuksal eşiğini dikkate alıp süreci zorlayacak bir mekanizma çalışmıyor. AB ülkelerindeki
yaşam kalitesini sağlayacak hiçbir uyum çabası da görülmüyor. Öte yandan AB’de de neden Türkiye’nin ağırdan aldığına dair derin bir kaygı olduğu söylenemez. Dolayısıyla sanki herkes durumdan memnun ve biraz zaman kazanmaya çalışıyor gibi gözüküyor.
Zaman kazanma gibi görünen sürecin ne Türkiye ne de AB’ye yararı olabilir; zira ikili ilişkiler gelişme yolunda evrilmediğinde her iki tarafı da zarara uğratacak başka bir ilişki biçimine dönüşüyor.
Zarar ve çıkış yolu
Türkiye, ilişkilerin “ne olan-ne ölen” durumundan giderek daha fazla zarar görüyor. AB, başka ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yapıyor Türkiye bunlardan yararlanamıyor; AB vatandaşları Türkiye’ye daha kolay girebiliyor, tersine hareketlilikte sürekli sorun yaşanıyor; serbest dolaşımın serbestliği çoğu zaman AB lehine çalışıyor.
Örnek çok. Deli
dana hastalığı nedeniyle Avrupa’dan et
ithalatı,
kuş gribi nedeniyle de Türkiye’den
tavuk ihracatı durdurulmuştu. Bugün et ithal ediliyor, ama tavuk hala
ihraç edilemiyor. Konunun
hayvan hastalıklarıyla değil, ticari dengesizliklerle ilgisi bulunuyor. Bunun gibi çok sayıda tek taraflı
uygulama bulmak mümkün.
Varolan durumdan çıkış için belki de Birleşik Krallık’ın yolunu izlemek gerekebilir. Yol, Almanya’nın AB içindeki yükünü hafifletmeyi Almanlara
teklif etmekten geçiyor olabilir. Bu arada sabırlı ama bir o kadar da azimli olmak ve siyasal-sosyal alanda “uyumsuz” olunan konularda hızla adım atmak şart.
Almanya’nın ikna edilmesi ile Birleşik Krallık’la pazarlık yapılması muhtemel eş anlı yürütülmek zorundadır. Fransa’yı ikna etmek de onlara bırakılabilir.