Dinler arası
diyalog kapsamında kamuoyunda ortaya atılan düşünceler veya üretilen şüphe ve tereddütlere şu ana kadar o kadar çok
cevaplar verildi ki; aynı meselenin bir de
gazetede karşınıza çıkmasını hoş karşılamıyor olabilirsiniz.
Bu satırların yazarının dahi müstakil soru-cevap tarzında sözü edilen şüphelere cevaplar veren bir kitabının olduğu düşünülecek olursa, ne demek istediğimiz daha net anlaşılır. Ama söz konusu şüphelerin üretildiği zemin gazete olunca, aynı zeminde bir şeyler deme zarureti kendiliğinden hasıl oluyor. Dolayısıyla aşağıda okuyacağınız yazıda konu ile alakalı cevapların çok kısa ve net bir şekilde dile getirilmiş halini okuyacaksınız.
"Dinler arası diyalog" kavramı galat-ı meşhurdur. Bununla kasdedilen, din müntesipleri arası diyalogdur. Dinlerin müşahhas varlıkları olmadığına göre başka türlüsü mümkün olmaz ki! Dolayısıyla
İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şintoizm, Hinduizm vs. dinlerine mensup insanların beşeri düzlemde karşılıklı münasebetleridir söz konusu olan. "Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evla" olduğu için, din müntesiplerinin diyaloğu kamuoyuna dinler arası diyalog diye yansıyor.
Ayrıca dinler arası diyalogda
Müslümanların muhatap oldukları sadece Hıristiyan ve Yahudiler değildir. Yaşanılan ülkeye, sair dinlere mensup insanların varlıklarına, mabed veya
dernek tarzındaki müesseseleşmelerine bağlı olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik dini haricindeki sair din mensupları ile de münasebet içinde bulunulmaktadır. Kaba bir tasnifle 7 milyara yaklaşan dünyamızın belki yarısı Uzakdoğu dinleri dediğimiz dinlere mensup kişilerdir.
Hindistan, Çin, Japonya'da hâkim olan,
İbrahimi dinler değildir. Siz din müntesipleri arası diyaloğu sadece İbrahimi din mensuplarına has kıldığınız zaman, dünyanın yarısını devre dışı bırakıyorsunuz demektir. Dünyanın yarısını devre dışı bırakan bir yaklaşımın doğruluğunun veya yanlışlığının takdiri sizlere ait.
"İbrahimi dinlerin hepsi haktır ve cennete gideceklerdir. Öyleyse bu üç dini bir potada eritip bir din inşa edilmelidir. Dinler arası diyalog projesi de bundan ibarettir."
İbrahimi dinlerin orijinal halleri ile hak olduğu şüphe götürmez. Ama Hıristiyanlık ve Yahudilik daha sonra tahrif ve tebdile maruz kaldığı için bu iki dine hak din demek İslam inancına göre imkânsızdır. Fakat bu
inanç o dinin müntesipleri ile birlikte yaşamayı engelleyen bir faktör değildir ve olamaz.
Medine Vesikası'ndan
Osmanlı ve günümüze kadar olan süreçte gelenek içinde kendine yer bulan 'ötekini olduğu gibi kabul' anlayış ve uygulamamız bunun delilidir.
"Cennete gitmeleri." 15 asırlık İslam tarihinde
tefsir, fıkıh, hadis, kelam ilmiyle derinlemesine meşgul olan âlimler ciltlerle
müzakereler yapmışlar bu mevzu üzerinde. Dolayısıyla teolojik denebilecek bu meseleyi müzakere zemini gazete köşesi olamaz. Yalnız şu kadarını ifade edelim ki, cennete ve cehenneme insan gönderme
Efendimiz (sas) dâhil hiç kimsenin tekelinde değildir. Nihai kararı, ahirette bizzat kulun da, cennetin de, cehennemin de sahibi olan
Allah verecektir.
"Üç dini potada eritip tek din inşa etme" tarihî süreçte de bazı örneklerini gördüğümüz fıkhî ifadesiyle şaz görüşler, marjinal düşünceler ve fiilî hayatta toplumda karşılık bulmayan beyhude çabalardır. Şu ana kadar diyaloğun tarafı olarak yuvarlak masada yerini alan hiçbir Müslüman grubun bu türlü ne iddiası ne de düşüncesi olmuştur. Olsaydı örnekleri, emareleri, sonuçları görülürdü diye düşünüyorum.
DİN HÜRRİYETİNİ KAVRAMAK
"La ilahe illallah demek yeterlidir, Muhammedun Rasullulah'a gerek yok" yorumunun İslam inancı içinde yeri yoktur. Din, bir bütündür ve bu bütünün iki parçası vardır; Allah'ın varlık ve birliği ile Efendimiz'in O'nun kulu ve rasulü olduğu. Bu iki parçanın sadece birine inanma ve ikrar etme, insanı Müslüman yapmaz.
"Papazların camilerde
ayin yapması, başka dinlere ait mabedlerin
besmele ile açılması?" Bu mesele din hürriyeti kavramı ve onu oluşturan unsurları bilmekle ancak izah edilebilir. Din hürriyeti, sadece inanma değil, inancını yaşama, başkalarına anlatma ve dinî öğretiler etrafında örgütlenmeyi de içine alan bir kavramdır. Bunlardan bir tanesinin eksikliği, orada din hürriyetinin kâmil manada olmadığını gösterir. Efendimiz (sas), Medine'de bahsi geçen özgürlüklerin hepsini bütün din mensuplarına hatta dinsizlere (müşrik ve kâfirlere) dahi tanımıştır. Yapılan savaşlar işin siyasî boyutunu teşkil eder. İtikadî açıdan başkalarını din değiştirmeye zorlama bizzat Kur'an'ın emriyle yasaktır. 15 asırlık tarihî geleneğimiz bunun nice örnekleriyle doludur.
Öte yandan günümüz itibarıyla birçok dünya ülkesinde
azınlık halinde yaşayan Müslümanlar inanç,
ibadet, tebliğ ve örgütlenme haklarına sahipken kiliseleri, havraları camiye çevirirken, Müslüman bir ülkede başka din mensubu insanlara din hürriyeti tanımamanın ne dinen ne de siyaseten izahını yapmak imkân dâhilindedir.
Sonuç itibarıyla başlangıçta ortaya atılan düşünceler veya üretilen şüpheler dedik, aynısını tekrarlayalım ve devam edelim; bunlar dinî hassasiyetten kaynaklanabileceği gibi, tek taraflı dezenformasyon içeren bilgilendirmelerden ya da önyargılardan da kaynaklanabilir. Hâlbuki konu "fikir sahibi olmadan önce sahih bilgi sahibi olmayı" gerektirecek önemli bir konudur.
Bu yazı benim keşke kaleme almasam dediğim türden bir yazı oldu. Keşke bu kadarcık olsun yazmasaydım. Meseleleri bu üslupla gazete sütunlarına taşımasaydım. Fakat şartlar bazen sizi, sizin istemediğiniz vadilere sürüklüyor. Hem de şuurluca sürükleniyorsunuz o vadiye. Sebep; gerek muhataplarınızın gerekse meselelerin iç yüzüne ve arka planına vâkıf olmayan Müslümanların günaha girmesini, bakışlarının bulanmasını engellemek.
Son söz Mevlânâ'nın. 'Neyi arıyorsan sen, o'sundur' der Mevlânâ.
"Can konağını aramadaysan, cansın;
Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin;
Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir:
Neyi arıyorsan o'sun sen,
Ve neyi aradığını bilmekteysen, kendini biliyorsun demektir."