Arap baharına çöken
Suriye kabusu herkes için tam anlamıyla bir
imtihan oluşturuyor. Bu imtihan bir yandan herkesin Arap ülkelerinde yaşanan devrimlere karşı gerçek pozisyonunu açığa çıkarıyor bir yandan da uluslararası siyasette idealizm ile gerçekçilik arasındaki ezeli tartışmaya yeniden ama bu sefer realizm lehine katılmaya davet ediyor. Herkes bu tartışmaya, bu sürece, kendi kalitesine göre katılıyor, herkes bu olayda kendine yakışan tutumu takınıyor.
"Dış siyasette idealizm olmaz, hele duygusallağa yer yok" diye ahkam kesenler için yeniden gün doğuyor, onlar için varsa yoksa "ülkelerin çıkarları vardır". Gelgelelim, bu çıkarların muhasebesini de doğru tutamıyorlar. Dostlukları, insani ilişkileri, duygusallığı dışlamış bir çıkarın muhasebesini kim tutabilir ki? O tür bir çıkarın ekonomi biliminde bile artık değerlendirilebilir sınırları ve ölçüleri yok ki...
Türkiye son 9 yıldır yürüttüğü dış politikasında duygusallığa, ilkelere, değerlere yaptığı vurguyla bir yandan bu değerlerin yükselmesine
hizmet ederken bir yandan da bu değerlerle hareket etmenin de çok bereketli kazanımlarını temin etti. Bunu yaparken kazandığı kadar başkalarına da kazandırdı. Arap dünyasında yaşanan ve halklara her şeyden önce bir özgüven devrimi yaşatan gelişmelerde bu bereketin payı neresinden bakarsanız çok büyük. Bugünlerde hiç bir görünür çıkarının olamayacağı
Somali ve açlığın pencesindeki diğer
Afrika ülkeleri için hükümetiyle,
toplumuyla tam bir vicdan ayaklanmasına girişmiş Türkiye.
Halkın tam bir yarışa dönmüş
yardım kampanyasıyla Somali'ye yapılan müdahaleyi bir de sözümona güçlü-süpergüç ülkelerin şimdiye kadarki sorunlu bölgelere müdahaleleriyle karşılaştırın.
Somali'ye ABD yirmi yıldır arada bir hatırlayıp müdahale ediyor. Bu müdahalelerin hiçbiri oradaki açlığa çözüm arayışını
akıl etmedi. Oraya döktüğü bombalar, aktardığı silahlar veya orduların finansmanıyla şimdiye kadar on tane Somali ayağa kalkardı.
Afganistan ve Irak'a en son Libya'ya yapılan askeri harcamaların yine çok azıyla her iki ülkenin bütün sorunları çözülebilirdi belki. Ama oraya yapılan bu askeri harcamalardan ne kazanmayı umduysa bugün ABD bunun çok daha ağır bir faturasını ödemekle meşgul. Oysa Türkiye yardıma koşmakla, duygusallığa kapılmakla, barışa yatırım yapmakla, insani değerleri yüceltmekle daha fazla büyüyor, özgüveni geliyor, kendi insanıyla da devletiyle de daha kenetlenmiş bir toplum haline geliyor.
Türkiye bir yerde sorun oldu mu hemen oraya askeri güçlerini yığmayı iyi bir
yaptırım veya çözüm yolu olarak görmüyor. Onun yerine yıllardır biriktirdiği insani, ahlaki ve kültürel gücü harekete geçirerek barışa, arabuluculuğa, müzakereye yatırım yapıyor. Bunu yaptıkça da daha caydırıcı oluyor, daha ikna edici ve daha etkili oluyor. Beşşar
Esad'a Davutoğlu'nun uyarı ve
ders dolu konuşmalarını 6,5 saat dinleten ne Türkiye'nin savaşçı gücü ne de Amerika'dan bir
mesaj getirmiş olma ihtimali, aksine tam da bu özellikleriyle yıllardır biriktirdiği saygınlığın, kültürel ve sembolik sermayenin gücüdür.
Tunus ve Mısır'da ilk sergilediği tutumu Libya'da da sergilemedi diye çok eleştirildi Türkiye. Oysa süreç Türkiye'nin bu siyasetini haklı çıkardı. Türkiye her ihtilafın olduğu yerlerde taraflardan birinin, hele de illa ki muhaliflerin safında yer almak zorunda değil. Birilerinin
kavga esnasında eninde sonunda kavgayı sonlandırabilecek bir konumda bulunması çok büyük bir imkandır ve çoğu kez bu konuma Türkiye'den başka kimsenin olamaması Türkiye'nin en büyük başarısı. "Müminlerden iki taife savaşırsa arasını bulmak, şayet taifelerden birisinin açık haksızlığı, azgınlığı ve inadı vaki olursa, o takdirde ona karşı da savaşmak" Kur'an'ın öğrettiği bir tarzdır.
Suriye konusunda Davutoğlu'nun son ziyaretinden günler önce görüştüğüm bir İranlı diplomat "Türkiye'nin Suriye'de hem Beşşar'la hem de muhalifleriyle aynı anda ilişkilerini sürdürmesi doğru mu?" diye soruyordu. Kendisine dilimin döndüğünce bu Kur'anî ilkeyi hatırlattım ve bundan daha doğrusunun ne olabileceğini sordum.
İslam Devrimine sahip İran'ın kendi dış politikasını hiç bir insani ve İslami değeri gözetmeden sadece kendi devlet çıkarları üzerinden götürme tercihinin ciddi bir uyarıya ihtiyacı var.
Türkiye'nin Suriye konusundaki tavrının hiç bir mezhebi ilgisi veya boyutu yok. Türkiye muhtemel bir Şii-
Sünni çatışması ekseninde yer almayı peşinen reddediyor. Baş
bakan Erdoğan'ın Necef ziyareti ve mezhep kavgasının ortasındaki Iraklılara hitap ederken "ben Sünni değil Müslümanım" deyişi referans bir duruştur. Bülent Arınç'ınsa yine sınırları
tayin edici sözüyle "bizim zalimlerden dostumuz olmaz" derken bu zalimlerin Şii veya Sünni olması hiç önemli değil. O yüzden konu ister
Bahreyn olsun ister Suriye ister
Yemen olsun gözetilecek asıl değer sünnilik veya şiilik değil adalettir. Doğrusu İran'ın Türkiye'nin bu hasasiyetini ve önceliğini doğru anlamasına şiddetle ihtiyaç var.
Türkiye'yi her ihtilafta alelacele bir taraf lehine karar almaya kışkırtanların her birinin kendi hesapları oluyor. Türkiye'nin bu hesapların hiç birine itibar etmeyip kendi hesabını, mutlaka çok daha derin ve daha geniş ufuktan bakan, insani ve evrensel değerleri gözeten hesabını takip etmesi çok önemli.
Suriye'de Esad rejiminin yaptığı zulümler
seyirci kalınamayacak gibi, ancak bu zulümleri daha ağır ve geri alınamayacak sonuçlara yol açmadan durdurma imkanı varsa bu imkanı da sonuna kadar kullanmak apayrı bir sorumluluk. Türkiye'nin Suriye konusunda dolduruşa gelme lüksü yok.