Geçen ayın son iki haftasındaki izin sürem içinde biri
Türkiye'yi, öteki
Avrupa'yı sarsan iki şiddet olayı yaşandı.
14 Temmuz'da Diyarbakır'ın
Silvan ilçesi kırsalında çıkan çatışmada 13 asker ve 7
PKK militanı can verdi. PKK'nın İmralı'da
hapis lideri Abdullah Öcalan'ın 8 Temmuz'da isyana son verilmesi amacıyla bir Barış Konseyi kurulması için devlet yetkilileriyle mutabakata varıldığını açıkladığı, iç barış umudunun canlandığı günlerde meydana gelen bu çatışma, savaş lobisinin barış sürecini kundakladığı, yeniden bir şiddet sarmalına girileceği endişesini doğurdu. Başta
İstanbul olmak üzere birkaç kentte,
Kürt işyerlerine yönelik ve mukabil saldırılar meydana geldi. Uzun zamandır olmayan oldu; İstanbul'da
Kürtçe söyleyen bir şarkıcı protestolarla karşılaştı.
Türkiye kamuoyunun bu gelişmelere odaklandığı bir sırada, 22 Temmuz günü
Norveç'teki korkunç
terör saldırıları meydana geldi. Bir cani önce başkent Oslo'da hükümet binalarına yönelik
bombalı saldırı düzenledi; sonra iktidardaki İşçi Partisi'nin Utöya adasındaki
gençlik kampında
katliam yaptı.
Saldırıların ilkinde 8, ikincisinde (biri Türk kızı
Gizem) çoğu genç 68 kişi olmak üzere toplam 76 kişi can verdi. Batı medyası ve ona bağlı olarak Türk medyası, peşin hükümle, olayı önce "
İslamcı terör" olarak duyurdu. Kısa sürede durum anlaşıldı: Cani, Hıristiyan Avrupa'yı Müslümanlardan arındırmaya
yemin etmiş İslam düşmanı bir ırkçıydı; aklınca, göçmenlere ve çokkültürlü
topluma kapı açtığı için sosyal demokrat hükümeti cezalandırıyordu...
Türkiye ve Norveç'te yaşanan iki şiddet olayının arka planlarında hiçbir benzerlik yok. İlkinde söz konusu olan, TSK'ya mensup askerlerle PKK'ya mensup gerillalar arasında meydana gelen bir çatışma. İkincisi ise ırkçı fanatizmle gözü dönmüş birinin sivillere yönelik tarihin kaydettiği belki en hunhar
terör saldırısı. Ama iki şiddet olayının da kökeninde yaşadığımız çağın belki en önemli sorunu yatıyor:
Ulus-devletin beslediği farklılığa saygısızlık.
İkinci Dünya
Savaşı sonrasındaki hızlı
ekonomik büyüme döneminde
yabancı işgücüne ihtiyaç duyan Avrupa'nın tekkültürcü ulus-devletleri farklı dil, din ve kültürlerden gelen göçmenlere kapıları açtılar. 1970'lerden itibaren hızlı ekonomik büyümenin durması, göçmenlere, özellikle de Müslümanlara karşı ırkçı tepkilerin gittikçe artmasına yol açtı. Bu tepkileri sömüren aşırı sağcı partiler giderek güç kazandı; onlarla
rekabet içindeki merkez sağ partiler de onların göçmenlere ve çokkültürlülüğe karşı söylemini benimsediler.
Avrupa Birliği'nin kurucu ilkelerinden biri olan "çeşitlilik içinde birlik" ilkesi kökünden sarsılmaya başladı. Norveç'te yaşanan vahşi terör olayını üreten fikir ikliminin, farklı kimliklere karşı saygısızlık ve
nefret söylemi tarafından beslendiğine en
küçük bir kuşku yok. Norveçli caninin yapmak istediği, çokkültürlü toplumu şiddetle bastırmak... Türkiye'de 1980'lerin başından itibaren yaşanan Kürt isyanının temelinde ise PKK'nın tekkültürcü bir toplum olarak tasarlanan Türk ulus-devletine, şiddetle bastırılan Kürt kimliğini yine şiddetle kabul ettirme çabası yatıyor.
Milliyetçi, ırkçı, komünist, faşist, İslamcı ve sair türden ideolojik ya da dinsel fanatizm ve doğurdukları şiddet, bugün insanlığın ve uygarlığın baş düşmanı. Norveç'te veya Türkiye'de, nerede olursa olsun tekkültürcü fanatizmi ve ürettiği şiddeti yenmenin yegâne yolu Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg'in dirayetle ifade ettiği gibi, demokrasiyi, açıklığı ve siyasi katılımı derinleştirmek. Bu da, özünde, farklılığa, temel hak ve özgürlüklere saygıyı tesis etmek; şiddete ve nefrete davet eden fikir iklimini mahkûm etmek anlamına geliyor. Farklı kimlikleri bir araya getiren, bastırılmış kimlikleri su yüzüne çıkaran globalleşme çağında "ulus-devlet"in yerini "
ülke-devlet" almak zorunda. Ne Norveç sadece Norveçlilerin devleti ne de Türkiye sadece Türklerin.