Mağduriyet kavramı, haklarını alamayan ve çoğu zaman bu hakları yerleşik
siyaset kanalları içinde arayamayan kişi ve grupların otorite ile olan ilişkilerini ima eder.
Ancak 'hak' kelimesinin epeyce muğlak olduğunu fark etmekte yarar var. Burada belirli bir uluslararası sözleşmeye dayanan varoluş özelliklerinden mi, tarihsel teamülün ürettiği alışkanlıklardan mı, yoksa bazı grupların sahip olduğu imtiyazlardan mı bahsedildiği belli değildir. Genelde insanlar kendi durumlarını, olması gerektiğini düşündükleri durumla mukayese ederler ve aradaki boşluğu '
mağduriyet' olarak tanımlarlar. 'Olması gereken durum' ise epeyce esnek bir yapı arz eder, çünkü hem ideolojiktir hem de alışılagelmiş hakları kişinin gözünde
doğallaştırır. Örneğin eğer bir kurumun mensupları on yıllar boyunca belirli hakları kullanmışlarsa, söz konusu hakların başkalarınca kullanılmıyor olması bir rahatsızlık vesilesi olmaz. Aksine bu durumun 'doğal' olduğunu öne süren bir ideolojik kalıpla desteklenir. Veya bazen de ideoloji, daha kuruluş aşamasında belirli bir kuruma sanki doğal hakkıymış gibi imtiyazlar verebilir ve bunlar o kurumdaki kişiler tarafından 'hayatın normal hali' olarak algılanabilir. Eğer durum buysa, söz konusu imtiyazları elinden kaçıran kurum, kendisini mağdur hissedecek ve yapılan 'haksız' muameleye
itiraz edecektir.
Koşaner'in üç arkadaşı ile birlikte
istifa ederken yaptığı kamuoyu açıklaması, bu ruh halini gayet güzel yansıtıyor. Tutuklu yargılanan
muvazzaf ve
emekli subaylara atıfta bulunan eski
Genelkurmay Başkanı, bu duruma '
yasal çerçevede çözüm bulunması' için hükümete yaptığı girişimlerin hiçbir işe yaramadığından şikâyetçi. Tutuklu bulunan
general,
amiral ve albayların
terfilerinin değerlendirilmeye alınamayacağına itiraz ediyor. Yani hükümetin yasa değişikliği yaparak,
Ergenekon ve
Balyoz davalarında yargılanmakta olan askerî
personelin hukuki konumunu değiştirmesini beklediklerini söylüyor. İkinci olarak, medyada TSK'nın sürekli gündemde tutularak 'bir suç teşkilatı' olduğu izleniminin verilmeye çalışıldığını ve bunu önlemek üzere yine hükümet nezdindeki girişimlerinin sonuçsuz kaldığını belirtiyor. Kısacası ordu, hükümetin yargı ve medya üzerinde
baskı uygulayarak hem
tutuklu kişilerin serbest kalmasını, hem bunların terfi alabilmelerini hem de hükümet yanlısı olarak tanımladıkları olumsuz yayınların kesilmesini istemiş.
Bu isteklerin demokratik bir sistemde ne anlam taşıyacağı, onlar açısından büyük ihtimalle önemli olmamıştır. Kendilerini bu duruma düşüren TSK Personel Yasası'nın da aslında kendi yönlendirmeleriyle yazılmış olduğunu muhtemelen anlamlı bir argüman olarak değerlendirmemişlerdir. Çünkü o Personel Yasası, bizzat askerlerin kendi iç 'temizliklerini' yapabilmek için üretilmişti ve bunun doğrudan
sivil yargı sistemince kullanılabileceğini herhalde hiç düşünmemişlerdi.
Medyanın orduya eleştirel bakması ise belki hayallerinden bile geçmeyen gerçek üstü bir olay gibi algılanmış olabilir. Bunca yıl medyayı istediği gibi yönlendirmiş, basını
toplumsal manipülasyonun aracı olarak kullanagelmiş bir kurumun, bir anda bu imtiyazından mahrum olmak bir yana, medyayı etkileyemeyecek hale düşmesi kolay sindirilebilir bir durum değil.
Dolayısıyla istifa eden üst rütbeli bu dört asker, kendi düştükleri konumu bir 'mağduriyet' olarak yaşamış gözüküyorlar. Nitekim Koşaner'in açıklaması hükümetin topluma şikâyetini, hakkını alamayan bir kurumun çaresizliğini dile getiriyor. Mesele, ordunun toplum üzerindeki ideolojik ve siyasi imtiyazlarını 'doğal durum' olarak yaşaması ve bu üstünlüğünü kendi gözünde bir 'hak' olarak kavramsallaştırmasıdır. Diğer taraftan söz konusu imtiyazlar, bizdeki şekliyle Cumhuriyet'in mantığından kaynaklanıyor. Çünkü artık herkesin idrak ettiği üzere,
demokrasiyi kerhen taşıyan, toplumu potansiyel bir iç tehditler manzumesi olarak gören, cumhuriyeti ise bir askerî
vesayet sistemi olarak tahayyül eden bir rejimde yaşamaktayız.
Askerler yıllar boyunca kendilerini bu düzenin koruyucusu ve savunucusu olarak düşündüler. Böyle bakıldığında
darbe yapılmasının ve rutin bir görev olarak sürekli darbe hazırlığı içinde olunmasının hiç de yadırganacak tarafı yok. Ayrıca bu görevi yerine getirmek üzere paralel bir askerî yargı sisteminin oluşmasının, sivil yargı üzerinde tahakküm kurulmasının, hükümetlere baskı yapılmasının ve medyayı bir beşinci kol gibi kullanmanın da 'doğal' olduğu söylenebilir.
Bütün bunlar demokratik bir ülkede düşünülemeyecek şeyler olmakla birlikte,
Türkiye on yıllarca böyle yaşayıp, kendisine 'demokrasi' diyebildi. Kısacası 'asker kendisini kandırdı' diyerek sıyrılmak mümkün değil. Biz de askerleri kandırageldik... İmtiyazlar karşısında hak aramaktansa, toplumsal yaltaklanma yollarına saptık. Bugün bunca yıl yaşadığımız ve kabullendiğimiz mağduriyetin acısı çıkıyor ve bedelin büyüğünü de 'doğal olarak' imtiyazları kullananlar ödüyor.