Şöyle bir iş yapsak:
Hükümet bir
komisyon oluştursa. Bu komisyon, şu ana kadar "
Kürt sorunu" kapsamında ifade edilmiş bütün talepleri tespit etse. Devletin yaptığı tüm yanlışları belirlese. Sonra da hükümet hem yanlışları ortadan kaldırmak hem yapılan yanlışlar için özür dilemek hem de tüm beklentileri karşılamak adına yapılabilecek her şeyi yapsa... Hatta re'sen,
Öcalan'ı serbest bıraksa,
silahtan arınmak şartıyla dağdakilerin tamamını affetse...
Şimdi asıl soruya geçebiliriz:
Bu durumda
Kürt sorunu çözülmüş olur mu?
Bu sorunun cevabını ben de tahmin ediyordum ama cevabı daha içeriden birisi, uzunca bir süredir "
Balıkçı" diye bilinen ve Öcalan'ın,
PKK'nın ruhunu okuduğu farz edilen, bu arada Devlet-Öcalan görüşmeleri hakkında basına açıklamalar yapan İlhami
Işık versin:
İlhami Işık, iki gün üst üste, üstelik "Balıkçı" mahlasıyla değil öz ismi ile açıklamalar yaptı. Onun, Neşe Düzel'in "Aslında PKK 'Kürt sorunu çözülecek ama sorun bensiz, benim dışımda çözülecek' diye mi endişeleniyor" şeklinde formüle ettiği soruya verdiği
cevap şöyle:
"Asıl sorun odur. Onsuz çözülecek bir Kürt sorunu, çözülmemiş bir sorundur. Çünkü çözümün içinde kendisinin olmadığı bir durumdur o. Kendisi açısından çözüm, gelip
siyaset yapmak ve o siyaset sonucunda Kürtler'i yönetmektir."
İlhami Işık, bunu "Klasik solun ruh hali" dediği şey ile izah ediyor. Diyor ki:
"Klasik solda ve daha çok Stalinist ağırlıklı solda, değişim ve dönüşümden ziyade, 'Ben yaptım, ben ettim. Ben aldım, ben alırım' diyen bir ruh hali ve duruşu egemendir.
Kandil, 'Ben öldürdüm. Ben 40 bine yakın ölü verdim. Ben savaştım. Bunun fedakârlığını ben yaptım, ceremesini ben çektim. Bunun siyasetini de ben yapmalıyım. Ben yönetmeliyim" ruh hali içinde."
Demek ki, asıl sorun "Kürtler'i yönetme" imkânını ele geçirmek.
AK Parti, önemli bir Kürt nüfusla kurduğu iletişimle, onların "Kürt coğrafyası" diye nitelediği alanda, onların tekel oluşturmasına imkân vermiyor.
Balıkçı, devletin 2002'de, AK Parti'nin iktidara gelmesinden bu yana Kürt sorunu alanında geçirdiği değişimi anlattıktan sonra diyor ki:
"Bunları AK Parti düşmanlığı kör ediyor."
Kör ediyor çünkü
bölgede tekel oluşturmalarının önünü kesiyor.
İşte asıl soru-sorun budur.
Öcalan, PKK, KCK, BDP'nin bütün çabası, işin içinden etkili bir "siyasi temsil" çıkarmakta toplanıyor.
Kandil kaynaklı "Şehirlerde
halk savaşı çıkarırız" tehditlerinin amacı da o, Öcalan'ın "Bu işi ancak ben durdururum, yoksa Silvan'ın on katı olur" demesinin amacı da bu.
Cengiz Çandar,
TESEV adına hazırladığı "Dağdan İniş-PKK nasıl silah bırakır" başlıklı raporunda, Hakkârili
genç bir akademisyene atfen, "Biz hep karnımızdan konuşacağız" sözünü naklediyor ve sebep olarak da "Asıl söylemek istediğimizi söyleyemediğimiz için sözü dolandırıyoruz" gerekçesini gösteriyor. Genç akademisyen şunu söylüyor:
"Bana inanın, şayet
Türkiye devleti Kürtler'e yarın
demokratik özerklik ilan etse,
Kürtçe eğitimin ilkokul düzeyinden itibaren başlatılacağını açıklasa, hatta Türkiye bayrağının yanına kendi bayrağınızı asın dese; buradaki halkı (?) bunlar tatmin etmeyecektir."
Genç akademisyen, halkın iki sorunun cevabını aradığını söylüyor: "Dağdakilere ne olacak, Başkan'a ne olacak?" (s. 39)
Ben, "Kürt sorunu" ile ilgili talepleri sıralasak" derken, bu kadarını, yani özerk bölge ve özel
bayrak çekilmesini öngörmemiştim ama görülüyor ki, o bile bölgede birilerinin beklentisini kesmeyecek.
Dağ ve Başkan asıl sorun.
Peki onların affı talebi dindirecek mi?
Bence değil.
Onun peşinden, "Başkan ve Dağ"ın, "Kürt bölgesi"ndeki egemenliği gelir.
"Dağa boşuna mı çıktık" sözlerini boşuna söylemiyorlar?
Dağa çık, çatış, öl, öldür, sonra da bir "af"a fit ol.
Bu kesmez.
Ama taleplerini yerine getirmek için barutlarının son sınırına gelindi.
Kürt halkının ancak yüzde 30'unu etkiliyorlar ve gerçek Kürt sorununu çözme noktasında AK Parti, bölge insanından yüzde 52
destek görüyor.