Onu ya görmezden gelir
ihmal edersiniz, kendi dinamikleri ile gelişir ya da zorla ortadan kaldırmaya çalışırsınız ve onu karşıt bir güce,
muhalif bir akıma dönüştürürsünüz. Her iki durumda da o olgu artık
sistemin bir parçası olmak kabiliyetini yitirir ve sistem karşıtı bir nitelik kazanır.
Türkiye'nin
azınlık, özellikle
Kürt politikası bu tavrın en net örneğidir. İttihat ve Terakki iktidarı eğer azınlık topluluklarının merkezi
yönetime katılma yanında
Osmanlı'nın klasik "milliyet politikası"nda olduğu gibi kendilerini yönetme hakkı tanısaydı belki bugün bir Osmanlı
Milletler Topluluğu veya Osmanlı Birleşik Devletleri olabilirdi. Olmadı. Onlara kendilerini yönetme hakkı verilmedi. Tabi unsurlar olarak kalmaları istendi. Onlar da bağımsızlıkları için mücadele ettiler ve kazandılar.
Osmanlı, sonra
Cumhuriyet yönetici eliti, yönetim erkini paylaşmak istemedi. Sonuç: Önce
toplumla devlet arasında, sonra
egemenliğin kaynağı olan Türkler'le,
azınlıklar arasında gerilimler yaşandı. İşin ilginç yanı, çoğunluk da çeşitli nedenlerle (dindarlığı veya mezhep farkı yüzünden) egemen elit tarafından yönetimden uzak tutuldu. Bu nedenle ne
demokrasi gelişebildi ve birey özgürleşebildi ne de iç barış olağan yöntemlerle sağlanabildi. Bu
ülke hep darbelerle ve sıkıyönetimle, olağanüstü halle yönetildi.
Bu dar si
yasal atmosferde boğulan her siyasal akım ve kültür kümesi itirazını yükselttiği anda bastırıldı, cezalandırıldı hatta dışlandı. Muhalif akımları, kümeleri sistem içinde tutmak için düzenlemeler yaparak sisteme istikrar sağlamak, demokrasiyi olgunlaştırmak yoluna gidilmedi. Yönetimler, ne yurttaşlar arasında eşitlik ne de demokrasi peşindeydiler. Bu tavır Türkiye'yi kendi içinde çatışmalı, demokrasisi ve ekonomisi sınırlı bir toplum olmaya mahkûm etti.
Sorun, temel tanımlarda başlıyor. Türkiye toplumu kimlerden oluşuyor? El
cevap: "Türkler'den." Türkler kim? Türk babadan olma, Türk anadan doğma,
Türkçe konuşan
Sünni Müslüman. "Yok, artık abartıyorsun" diyenleriniz olacaktır. Pekiyi
Ahmet Kaya geçmişte, Aynur Doğan daha bu ay
Kürtçe şarkı söyledikleri için
protesto edilmediler mi? Yakın zamana kadar her Kürtçe konuşanı, "bilinmeyen bir dilde konuştuğu için" mahkemeye sürüklemedik mi? Oysa o dil vatandaşımız olan 15 milyon insan tarafından konuşuluyor.
Bir yandan değiştirilmiş eski yer ve insan isimlerinin geri verilmesi olasılığı tartışılıyor ama bir türlü gerçekleşmiyor. (Tıpkı Aleviler'in birkaç maddeye indirgenmiş hakları gibi.) Çünkü resmi Türkiye, bu ülkede Türk ve Türkçe'den başkasına yer olmadığına inanmakta ısrar ediyor. Bu tavra son olarak
Anayasa Mahkemesi de örnek bir kararla (
Resmi Gazete 12 Temmuz sayısı) katıldı."Örnek" diyorum çünkü azınlık meselesini neden çözemediğimizin, çözemeyeceğimizin en önemli kanıtı bu kararda saklı.
Midyatlı
Süryani, Favlus Ay, adını Paulus Bartuma olarak değiştirmek üzere başvuruyor. 1934 tarihli Soyadı Kanunu, "
yabancı ırk ve millet isimleri,
soyadı olarak kullanılamaz" diyerek kendi yurttaşlarını yabancı addediyor. Favlus Ay bunun Anayasa'ya aykırı olduğunu iddia ediyor ama AYM'den ne karar çıkıyor biliyor musunuz? "Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez... Kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir."
"Siyaset, hukuka müdahale etmesin" deniyor. Ya hukuk
siyaset yaparsa? Neden sorunları çözemediğimizi hâlâ merak ediyor musunuz?