Başbakan Erdoğan'ın, yeni hükümeti kurduktan sonra
KKTC'ye yaptığı ilk dış ziyareti değerlendiren
Alman gazetesi, şu başlığı atmış: Erdoğan, AB'ye meydan okuyor. Der Tagesspiegel adlı gazete, alt başlıkta ise şöyle diyor:
Türk Başbakanı
Avrupa'yı ürkütüyor. Erdoğan,
Kıbrıslı
Rumların AB dönem başkanlığında AB ile ilişkileri dondurmak istiyor. Ülke ekonomisi gelişiyor; özgüven artıyor; baskıyı artırmak için iyi bir zamanlama."Aklı başında birçok Avrupalı,
Türkiye'nin 10 sene öncesinden çok farklı olduğunun farkında. Bu yüzden yapılan birçok yorumda yeni Türkiye gerçeğine dikkat çekilirken, Erdoğan'ın, sürekli engeller çıkaran ve 600 bin Rum'un esiri olan AB'ye sert çıkışı haklı bulunuyor.
Bu tür analizlerden birinde şöyle deniyor: "Erdoğan'ın Brüksel'e verdiği ültimatomun, AB ile ince şekilde hesaplanmış bir kırılma anlamına gelip gelmediğini soranların sayısı az değil. Türkiye, bugün 10 yıl öncesinden farklı olarak Avrupa'nın kapısında bir ricacı değil. O dönemde
ülke daimi
ekonomik kriz ile 1999'daki şiddetli depremin acısını çekiyordu. Bugün ise örnek bir kaplan devlet. Türkiye, 2002'den bu yana yıllık yaklaşık yüzde 7 oranında
büyüme kaydediyor. Enflasyonla başarılı bir mücadele veriyor; bankalar sağlıklı ve
İstanbul bölgesi, dünyanın en
ümit vaat eden bölgelerinden biri olarak görülüyor. Büyüme oranlarıyla Boğaz'ın özgüveni de çok artmış durumda."
Yeni Türkiye gerçeğini fark eden, nadiren hakkımızda iyi şeyler yazma alışkanlığı olan medya değil sadece. Arkası gelmeyen krizlerle gittikçe iyice kötümserleşen Avrupalı işadamları da bölgenin parlayan yıldızı Türkiye'ye Brüksel'in yaptığı ikinci
sınıf muameleden rahatsız. Buna en iyi örnek, dünyanın büyük otomotiv şirketlerinden Daimler'in Yönetim Kurulu Başkanı Dieter Zetsche'nin söyledikleri. "Kapımızın önünde duran ve bize katılmak isteyen Türkiye gibi bir kaplan devleti neden içeriye almadığımızı anlamam mümkün değil." diyen Zetsche, Avrupalı siyasetçileri şöyle uyarıyor: "Türkiye, Asyalı ve Amerikalı devletlerde hayranlık duyduğumuz her şeye sahip: Genç bir nesil, öğrenmeye ve çalışmaya hevesli. Avrupa sürekli olarak yeni engeller koymak yerine, ülke günün birinde bize sırtını dönmeden, Türkiye'ye kapıyı sonuna kadar açmalıdır."
Gerek Ercan Havaalanı ve Gazimağusa'da halka hitabı sırasında, gerek Kıbrıs dönüşü uçakta baş başa konuşurken dinlediğimiz Erdoğan, Rumlar üzerinden AB'ye meydan okurken, yabancıların çok iyi gördüğü bu yeni Türkiye tablosunun farkında olarak konuşuyordu. 9 yıldır girdiği her seçimden oyunu artırarak çıkan; sağlıktan demokrasiye, ulaştırmadan yargıya birçok alanda önemli reformlar yapan; dünyanın krizle bunaldığı ortamda ekonomide rekorlar kıran bir lider olarak sesleniyordu. Erdoğan'ın AB'ye restini, Denktaş'ın 10 yıl önce izlediği ve gerçekte çözüm istemeyen tarafın Rumlar olduğu gerçeğini maalesef gizleyen siyasetine benzetmek çok hatalı. Her ne kadar sözler benzese de hem söyleyen hem de amaç çok farklıydı.
Müzakere sürecinin durma aşamasına geldiği noktada Erdoğan'ın çıkışı, müzakere sürecini canlandırmayı ve AB ile ilişkilerde takoz haline gelen Kıbrıs'ta çözümü zorlamayı amaçlıyor.
Üstelik Erdoğan, Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü aşmak için 2004 öncesinde büyük siyasi risk alarak her türlü çabayı göstermiş; AB'nin, BM'nin bizzat kendisine verdiği sözleri nasıl hiçe saydığını görmüş bir siyasetçi olarak bu çıkışı yapıyor. Başta, geziye katılan
Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu ve AB Bakanı
Egemen Bağış olmak üzere diplomatlar da yaptığımız sohbetlerde bu çıkışta amacının çözümü zorlamak olduğuna hemfikirdi. Nitekim Kıbrıs'ta en fazla çözüm taraftarı isim olarak bilinen KKTC 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali
Talat bile Erdoğan'ın çıkışında sorun görmüyordu. 1974 harekatının yıldönümü münasebetiyle düzenlenen Barış ve Özgürlük Bayramı resepsiyonunda konuştuğumuz Talat, sadece
Annan Planı'nda Rumlara bırakılan Güzelyurt'un artık verilmeyeceği ifadesini müzakere tekniği açısından sakıncalı buluyordu.
Miting yapar gibi Kıbrıslı Türklere hitap eden; Türkiye'nin vilayetlerinde yaptığı gibi Ada'da açılış töreni düzenleyen;
bıçak kemiğe dayanmak üzere diyen Erdoğan'ın, AB'ye blöf yapmadığı açık. Özel sohbette, AB'nin Kıbrıslı Türklere büyük haksızlık yaptığını; Türkiye'yi ise açıkça aldattığını söylemesi de bunun bir göstergesi. Kulislerdeki bilgilere göre, bu sert çıkışın arkasında AB Genişleme Komiseri Füle'nin
Ankara ziyaretindeki mesajlarından duyulan rahatsızlığın da payı yok değil. AB ile zaten durmuş siyasi ilişkilerde, bu tavır yüzünden kaybedilecek bir şey yok. Aksine güçlü ikazın olumlu etkisi bile olabilir. Nitekim bu konuda iyi bir örneğimiz de var. 1997'deki
Lüksemburg zirvesinde, Türkiye'nin adaylığına 'hayır' kararı çıkınca,
Mesut Yılmaz liderliğindeki hükümet, Brüksel'le 'siyasi' ilişkileri dondurmuş; çok geçmeden Helsinki'de (1999) Türkiye'ye 'yeşil ışık' yakılmıştı. Bakarsınız, yine aynısı olur?!