Ülke olarak zekâmızdan şüphe içinde değilsek, Silvan'da 13 askerin şehit edilmesi olayını birilerinin "zaman ayarlı provokasyon"u olarak düşünebiliriz. İstenen,
operasyonların sürmesidir.
Operasyonlar mukabil şiddet ve
terörü, şiddet ve terör başka operasyonları azdırır. Ve bu böyle gider. İşte "güvenlik ve şiddet merkezli süren
Kürt sorunu" tam olarak budur. Bu sayede
siyaset demokratikleşemiyor, devlet hukuka dayalı hale gelemiyor,
Türkiye sosyolojik ve maddi olarak değişirken, değişimin anayasal zemini kurulamıyor.
Olayları yakından takip edenler, "amaçsız operasyon ve kör şiddet" olmadığını bilirler. Hasan Sabbah'ın haşhaşileri bile amaçlı suikastlar düzenliyorlardı. Bu son olay da amaçsız olamaz. Bu tür olayların zamirdeki hedeflerini teşhis edebilmek için zamanlamaya, sonuçlarına ve kime hangi faydayı sağladığına bakmak lazım. Zamanlama belli: Türkiye, yeni bir
seçimden çıkmış bulunmaktadır. Katılım ve temsilin en yüksek olduğu bir seçim bu. Seçimin motivasyonu "yeni bir anayasa" ümididir. Bir miktar hevessiz görünse de MHP dâhil, diğer üç parti de yeni anayasaya
evet diyorlar; toplumda yüksek düzeyde bir beklenti söz konusu.
Gel gör ki, bir anda yeni sürecin
motor güçlerinden biri olması beklenen anamuhalefet partisi, öylesine saçma, acemi ve yüzüne gözüne bulaştırdığı bir "
yemin krizi" çıkardı ki, kendini
küçük düşürmekten ve seçmeninin dahi moralini bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Diğer önemli aktörün BDP olması beklenirdi. Bugünlerde BDP'yi ve bu çizgide siyaset yapan siyasi aktörleri çözmek hayli maharet gerektirir. 12
Eylül referandumuna giderken, "kısmi anayasa değişikliği" sürecinde "siyasi partileri kapatmayı zorlaştıran değişikliğe hayır demesi" zaten herkesi şoka uğratmıştı, yaptığı başlı başına bir garabetti. Bir siyasi çizgi düşünün, kurduğu partiler kapatılıyor, bu çizginin
legal siyaset yapmasını sağlayacak ve sürekli kılacak temel değişiklik teklifine bu çizginin
Meclis'teki temsilcileri karşı çıkıyor. Burada değil samimiyet, asgari siyasi tutarlılık bile yok.
Şöyle veya böyle, sorun can yakıcı. Ve bu sorunun görünür-görünmez, bilinir-bilinmez aktörleri söz konusu. BDP bunlardan biri. BDP, tıpkı
CHP gibi genel kamuoyunun ve kendi seçmeninin de büyük bir bölümünün tasvibini almayan, ne anlama geldiği bir türlü çözülemeyen tuhaf bir tutumun altına
imza attı. Hatip
Dicle olayı mağduriyettir, bunda herkes müttefik. Ama bu mağduriyetin muhatabı
AK Parti değildir. Çözümün adresi Meclis ve bu
çatı altında yapılacak yasal düzenlemeler iken, BDP Meclis'i boykot ediyor.
BDP aktörlerden biri. KCK,
Kandil ve hepsinin üstünde Abdullah
Öcalan diğer aktörler. Bu öylesine ilginç bir denklem ki, dört aktör arasındaki ilişkinin zemini hiç de sanıldığı gibi düz değil, hayli inişli-çıkışlı, hatta çatışmalı sürüyor.
Kürt sorununu yıllardır dikkatle takip etmeye çalışanlar, son dönemlerde Öcalan ile diğer üç aktör arasında makasın giderek açılmakta olduğunu görebiliyorlar. Öcalan, devletin resmi yetkilileriyle görüşüyor, görüştüğü kimselerle "nihai çözüm çerçevesi"ni şekillendirip bir
yol haritası çıkarıyor. Birtakım çözüm takvimleri işaret ettiği sırada, terör eylemlerinde ve operasyonlarda grafik bir anda yükseliyor. Sanki birileri sürece müdahale ediyor; "barış konseyi"ni "savaş konseyi" berhava ediyor. Sanki Kandil ve BDP başka modda, Öcalan başka modda. Kandil ve BDP, Öcalan'ı dinler gibi görünüyor, bazen dinliyor, ama tam da onun yol haritasını takip etmiyorlar. Öcalan'ı dinleyen geniş taban var. BDP ve Kandil Öcalan'ı dinlemek veya dinler gibi görünmek durumundadırlar, çünkü makasın somut olarak açıldığı anlaşıldığında ne kimse dağa çıkar ne sandığa gidip oy atar.
Kürt sorunu tahmin edilenden de karmaşıktır. İşi salt terör veya dış mihrakların oyununa indirgeyip kendinizi rahatlatabilirsiniz. Vesayet rejiminin devamını isteyenler de bunu istiyor. Sorunun terör-güvenlik ve dış boyutu elbette var; ama iç boyutu, tabii trajedisi ve Türkiye'de asıl köklerine hâlâ inilememiş "derin yapılanmalar"la ilgili boyutu diğerleri kadar önemlidir.