Türkiye Cumhuriyeti Ana
yasası, "Seçim kanunları, temsilde
adalet ve
yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir." ifadeleriyle
seçim mefhumuna yaklaşımını ortaya koyuyor.
Teoride güzel, kulağa hoş gelen bir cümle. Pratikte ise ikisini bağdaştırabilen bir seçim
sistemi henüz
icat edilmedi. Dünyadaki örnekler temsilde adaleti gözeten ama yönetimde istikrarı hedeflemeyen
uygulamalar olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye ise zoru başarıyor; son iki seçim hariç hem adaletsiz hem de istikrarsız yönetimler doğuran seçim sonuçları gerçekleşiyor. Yüksek
ülke barajına (yüzde 10) rağmen bunu başarabilmek (!) için özel maharetler gerekiyor. Bu eşine az rastlanır durumu
seçim kanunu ve
siyasi partiler rejimi başta olmak üzere, mevzuata borçluyuz.
Anayasa ve kanunlar periyodik sayılabilecek darbelerden sonra 'tepki' insiyakıyla hazırlandığından
toplumsal uzlaşma ve siyasi olgunluk seviyesini yansıtmaktan uzaklar. Darbeci askerlerin toplum ve
siyaset mühendisliği ile ancak bu kadar olabiliyor.
1971 seçimlerinde yüzde 41 oy alan
Bülent Ecevit liderliğindeki CHP'nin tek başına hükümet kuramaması, 12
Eylül 1980 darbesini yapanların hareket noktalarından biriydi. Yeni düzeni ABD ve İngiltere'deki gibi iki partili kurmayı denediler. İlk seçimde ellerinde tuttukları siyasi
yasak ve veto tırpanıyla kurmaya çalıştıkları sistem fiyaskoyla başladı. Buçuk parti olarak seçime katılmasına izin verdikleri Turgut Özal'ın
ANAP'ı hesapları altüst etti. Cetvelle bir sağ bir sol diye ortadan ikiye ayrılmaya çalışılan siyaset yelpazesi, 1987 referandumunda eski siyasilerin yasağının kalkmasıyla iyice parçalandı. İkili yapıyı esas alarak oluşturulan mevzuat, çok parçalı partiler rejiminde anomali sonuçlar doğurdu. Uğruna temsilde adaleti feda ettiğimiz sistem, yönetimde istikrarı da bir türlü gerçekleştiremedi. 1991 yılındaki seçimde beş partinin Parlamento'ya girmesiyle birlikte
koalisyon hükümetleri dönemi başladı.
Söz buraya gelmişken, sistemin önemli bir hatasına daha dikkat çekelim. Partilerin seçime
ittifak yaparak girmeleri yasak. Bu yasak da iki yönden birden zarar veriyor. Küçük partilerin, büyüklerle
işbirliği halinde Parlamento'ya girmesini engellediği için temsilde adaleti yaralıyor. Belki daha önemlisi; benzer partilerin, ortak seçim beyannameleri ve projelerle seçmenin önüne çıkmasına imkân vermiyor. Seçimden sonra oluşan koalisyonlar birbirinden bağımsız ve hatta
rakip hükümetçiklerin kurulmasına yol açıyor. Siyasi partiler, ülke yönetiminde ortak ilkeleri ve projeleri paylaşan insanları bir araya getiren tüzel kişilikler. Farklılıklar normal. Ancak yelpazede birbirine en uzak partilerin koalisyon kurmaları ülkedeki yönetim krizini had safhaya çıkarıyor. 'Yönetemeyen
demokrasi'nin en can alıcı örnekleri yaşanıyor. 1999-2002 arasındaki DSP-MHP ve ANAP hükümetinde şahit olduğumuz üzere parti üyeleri birbirine
hakaret ederken liderler işbirliğini sürdürmek zorunda kalıyor. Ülke,
iktidardaki her partinin ters istikamete çektiği, birden fazla şoförün yönettiği otomobile dönüşüyor. ABD ve İngiltere'yi örnek alarak iki partili rejimi dayatan
12 Eylül cuntası, Avrupa'daki yaygın uygulamayı modelleseydi, yani bloklar halinde seçime gitmeyi engellemeseydi daha doğru olacaktı. Seçimlere benzer partilerin bloklar halinde girmesi hem temsil sorununu hem de istikrarlı yönetime ulaşma zorluğunu ortadan kaldıracaktı.
şekli demokrasiden
katılımcı demokrasiye
Seçim sisteminin en büyük sorunlarından biri de geniş
bölge uygulaması. Her seçim çevresinin bir temsilci çıkarmasını öngören dar bölge, seçmenle parlamenter arasındaki iletişimin sağlıklı kurulmasını temin ediyor. Türkiye'de bilhassa büyükşehirlerde 20'ye yakın milletvekili düşecek kadar geniş çevrelerde seçim yapılıyor. Vatandaş temsilcilerini tanımadığı gibi, parlamenter de onu dikkate almak zorunda hissetmiyor. Listeye girmek seçilmek için yeterli geliyor. Listeye girmenin yolu ise
genel merkez yöneticileri ve lideri ikna etmekten geçiyor. Sisteme getirilen en ciddi eleştirilerden olan 'şekli demokrasi'yi nispeten haklı çıkaracak zayıf noktalardan biri de bu vesileyle devreye giriyor. Partiler adaylarını belirlerken hukuken
ön seçim yapmak zorunda değiller. Dar bölgeli seçim çevresi olmadığı için uygulama da ön seçimi mecburi kılmıyor. Böylece parlamenter sistemdeki 'kuvvetlerin yumuşak ayırımı'nın ötesine geçiliyor.
Siyasi partilerle ilgili mevzuatın diğer önemli hatası,
kapatma gerekçelerinin uluslararası standartlara ulaştırılamamış olması.
Venedik Kriterleri gibi demokratik dünyanın ulaştığı temel ilkeler henüz kanunlardaki yerini alamadı. 12 Eylül 2010'da
halkoyuyla kabul edilen anayasa paketine girecek nisbî düzelmenin önü kesildi. İşin trajikomik yanı, atılmaya çalışılan adımın,
Kürt siyasi hareketine mensup partinin katkısıyla
Meclis'te paketten düşürülmesiydi. Partisi defalarca kapatılmış insanların tercihi gerçekten şaşırtıcıydı ve haklarındaki 'mağduriyetleri suistimal ederek siyaset yapıyorlar' eleştirisini haklı çıkaracak cinstendi.
Türkiye'de sadece bir seçim kanunu sorunu yok. Tam aksine zincirleme kazalara sebep olan külli sistem problemi var. Çözüm önerilerinin de sorunun bütün boyutlarına dair
teklifleri barındırması gerekiyor. Partilerdeki lider sultasını ortadan kaldıracak, katılımcı demokrasinin önünü açacak bir siyasi partiler yasası
ilk adım olacaktır. Barajı düşürmese bile
seçim ittifakını meşrulaştıracak, seçim çevrelerini bir milletvekili düşecek şekilde daraltacak
düzenlemeler unutulmamalı. 2007 seçimleri bu açıdan örnek gösterilebilir. Üç partinin barajı geçtiği, çoğunluğu Kürt siyasilerden oluşan 20'den fazla vekilin bağımsız seçildiği oylamada, katılım yüzde 84, Parlamento'da temsil yüzdesi ise yüzde 86 civarındaydı. Seçim ittifakı olsaydı seçime bağımsız giren adayların partisinin
oy kaybı düşecek, temsil oranı yükselecekti.
siyasi sistemin açmazları
İstikrardan taviz vermeden adaletli temsili sağlamanın diğer yolu ise Türkiye milletvekilliği. 1995 seçimlerinden önce de Türkiye milletvekilliği gündeme gelmişti. Bizim teklif ettiğimizden biraz farklıydı ve barajı geçen partiler arasında dağılımı öngörüyordu.
Anayasa Mahkemesi düzenlemeyi iptal etti. Prof. Dr.
Ergun Özbudun'un da aralarında bulunduğu birçok demokrat
bilim adamı, teklifin temsilde adalet sorununa çözüm olabileceği kanaatindedir. 450
sandalye seçim çevrelerine dağıtıldıktan sonra kalan 100 vekillik, barajı geçen geçmeyen bütün partiler arasında aldıkları oy yüzdesine göre dağıtılabilir. Söz konusu düzenleme aynı zamanda taban siyaseti yapmaya ve teşkilatlarda
mesai harcamaya imkânı olmayan yetişmiş insan potansiyelinin politikaya kanalize olmasını kolaylaştırır.
Türkiye'deki siyasi sistemin açmazlarından biri de Parlamento'nun
bürokrasi karşısındaki güçsüzlüğü, hatta acziyeti. 1960'ta 27
Mayıs darbesini yapanlar kurdukları
vesayet rejiminin yaşayabilmesi için Meclis'i alabildiğine güçsüzleştirdiler. Parlamentoların görevi sadece yasama değil, aynı zamanda kamu otoritesini
denetlemek. "Memurin meni muhakemat" kanunuyla yargı dokunulmazlığı kazanan bürokrasi,
devlet sırrı ve ticari sır kavramları arkasına saklanarak Meclis araştırmalarından da kendini korudu. Türkiye bu denetim sorununu bir an önce çözmeli. Ancak evvela sistemi revize ederken Parlamento'yu hak ettiği saygın konuma yerleştirmeli. Yeni dönemde Meclis İçtüzüğü'nde gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklikte bu gerçeğin unutulmaması gerekiyor. Pek çok saygın isim Parlamento'da liderin ağzının içine
bakan adam konumuna düşme ihtimaline binaen siyasetten uzak duruyor. Yönetime katkı sunacakları imkânlar, yani
bakanlık dışındaki alternatifleri düşünmek bile istemiyorlar. Yasama erkini şekillendirme ve denetleme görevinin hakkını verme imkânı Parlamento'yu cazibe merkezi haline getirebilir.
Seçimlerin Türkiye için anlamı diğer demokratik ülkelerden farklı.
Özgürlükler ve hukukun üstünlüğünün tesis edildiği yerlerde seçimlere ilgi düşüyor. Bizde ise demokrasi açığımız sürdüğünden tersi eğilimden söz edebiliriz. Sandık, neredeyse periyodik hale gelen darbelerin güncellediği vesayet düzenine karşı vatandaşın tek sığınağı durumunda. Bu gerçeğin farkındaki vesayetçi bürokrasi yönlendiremedikleri halk iradesini parçalayarak etkisiz hale getirmeye çalışıyor. 3
Kasım 2002 seçimleri Türkiye'yi hiç beklenmedik şekilde iki partili rejimin kapısına getirdi. 12 Eylül cuntasının zorla ve icazetli partiler eliyle yapamadığını halk gerçekleştirdi. Önceki dönem Parlamento'da yer alan bütün partileri iktidar ve muhalefetiyle birlikte
tasfiye etti. Kurulalı birkaç ay bile olmayan
AK Parti'yi tek başına iktidara getirdi. 99 seçimlerinde baraj altında kalarak Parlamento'da temsil hakkı kazanamayan CHP'ye ise muhalefet görevi verildi.
Muhalefette mevzuattan şikâyet eden partiler, iktidara gelip yanlış işleyen çarklardan avantaj sağlayınca
hafıza kaybına uğruyor. Maalesef AK Parti de aynı tuzağa düştü. Hiç olmazsa önümüzdeki dönemde demokrasinin önündeki engellerin kaldırılması bekleniyor. Anayasayı yeniden yazmak, böylece yukarıdan aşağıya bütün mevzuatı yenilemek bunlardan bazıları. Yenilenme içinde temsilde adaleti gözetecek ama yönetimde istikrarı temin edecek seçim kanunu önemli yer tutacak. Partileri, kurulu düzenin, politikacıları ise merkezlerde yönetimi ele geçirenlerin kurşun askeri haline getiren Siyasi Partiler Kanunu revizyondan payına düşeni almalı. Kapatmalar zorlaştırılmalı; parti içi demokrasi sağlanmalı; katılımcı, yetkiyi tabana yayan ve denetim mekanizmalarını çalıştıran tüzel kişilikler kurulmasının önü açılmalı. Parlamento'da ise vekilleri el kaldırma makinesine dönüştüren iç tüzük
ıslah edilmeli.