Göçün 50. yılında Almanya


Bu haftanın ilk günlerini Berlin'de geçirdim. "Alman Doğu Araştırmaları Enstitüsü" ile öncülüğünü Gülen hareketinin yaptığı "Kültürlerarası Diyalog Forumu" derneğinin, Alman parlamentosunun salonlarından birinde düzenledikleri, "Seçimlerden sonra Türkiye" konulu bir panelde konuştum. Berlin, Avrupa'da en çok ziyaret ettiğim kenttir. İlk kez, yine bir konferans dolayısıyla, 1975'te gitmiştim. O tarihte, Berlin bir duvarla bölünmüştü. İki yakası arasındaki inanılmaz kontrast, bana şunu çok çarpıcı bir şekilde öğretti: Toplumlara damgasını vuran "milli haslet ve karakter" değil, siyasi rejimdir ve o damga da kolay kolay silinmez. Nitekim, birleşmeden 20 yıl sonra Batı Alman - Doğu Alman ayrımı devam ediyor. Nazi geçmişinin izlerini taşıyanlar eksik değil. Berlin, kuşkusuz, modern tarihin en maceralı şehirlerinden biri. Benim ilk ziyaretimden bu yana dahi büyük değişikliklere sahne oldu. Duvar yıkıldı; şehir yeniden birleşti. Almanya'nın eski - yeni başkenti olarak yeniden, hayli imar oldu. Bugün Berlin'i benim için sevimli kılan etkenlerin başında, tabii ki, kozmopolit ya da çok - kültürlü niteliği. Toplam 3,5 milyonluk nüfus içinde, neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden gelen 800 bin dolayında insan yaşıyor; bunların yaklaşık üçte biri Türkiyeli. "Türkiye - Almanya İşgücü Anlaşması"nın 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanmış olması dolayısıyla, bu yıl Almanya'ya göçün 50. yılı olarak anılıyor. Berlin'de çok şey değiştiği gibi, Berlin'de yaşayan Türkiyeliler açısından da çok şey değişti. Berlin'dekiler açısından olduğu gibi, Almanya'dakiler açısından da belki en başta söylenmesi gereken, kendilerini 50 yıl sonra bugün de esas olarak "misafir," geçici, gidici gören; ne asimile, ne de entegre olmaları için çaba harcayan bir ülkede büyük bir varoluş mücadelesini başarmış olmaları. (Öğrenme, farklı koşullara uyum gösterme yeteneği yüksek bir toplum olduğumuza hiç kuşkum yok.) Ekonominin büyüdüğü, işlerin yoğun olduğu zamanlarda, en ağır, en kötü, en tehlikeli işleri yüklendiler; Almanya'nın zenginleşmesine önemli katkıda bulundular. İşler tersine dönüp, istihdam azaldıkça, işsizliğin ağır yükünü yine onlar üstlendiler. Kültürel açıdan bakılırsa, kimi asimile oldu, yani Almanlaştı; kimi çift kimlikli oldu; kimi de öz kimliğini tavizsiz korudu. Bütün özendirme / teşvik yokluğuna rağmen Türkiyeliler son yıllarda çeşitli sanat ve spor dallarında başarılarıyla dikkat çeker oldular. İşçilikten esnaflığa, esnaflıktan işverenliğe doğru hissedilir bir eğilim çiziyorlar. Yeşiller partisinin eşbaşkanı Cem Özdemir ve parlamentoda 5 milletvekili ile siyasi alanda da varız diyorlar. Bu defaki ziyaretimde dikkatimi çekenlerin başta geleni, çok sayıda Türkiyelinin yaşadığı öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya'da da, gerek Türkiye'ye ve gerekse Türkiyelilere daha olumlu veya daha olumsuz bakan kesimler arasında giderek belirginleşen ayrışma. Bilindiği üzere, geçen yıl Thilo Sarrazin adında (sosyal demokrat partiden) bir ırkçının, Müslümanların, bu arada Türklerin Almanya'yı aptallaştırdığı iddiasıyla yazdığı kitap, satış rekorları kırdı. (Göçmen ve İslam karşıtı bir partinin kurulması halinde % 20 dolayında oy alabileceğinden söz ediliyor.) Bu kitaba karşı Humboldt Üniversitesi'nden araştırmacılar yakınlarda, Sarrazin'in ileri sürdüğü bütün tezleri gerçek verilerle yerle bir eden bir karşı - kitap yayımladılar. Son yıllarda ekonomi, demokrasi, dış politika, sanat hemen her alanda kaydettiği ilerlemeler nedeniyle, Almanlar arasında Türkiye'ye ilginin arttığı görülüyor. Türkiye konulu toplantılar giderek çoğalıyor. Alman konuşmacılar yanında benim Türkiye'de seçim ve sonrası siyaset, Büşra Erdal'ın basın sorunları üzerine birer konuşma yaptığımız panele ilgi de yoğundu. Türkiye'nin yükselen profilinin Türk diyasporasının moralini yükselttiği, özgüvenini güçlendirdiği konusunda en küçük bir kuşkunuz olmasın.
<< Önceki Haber Göçün 50. yılında Almanya Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER