Türkçede “derdsiz başına derd açmak” diye bir deyim var, hep biliriz. Bâzen bana öyle geliyor ki biz bunu en bâriz millî hasletlerimizden birini belirtmek için bulmuşuz. Gerek kişisel ilgim ve gerekse meslekî zarûret dolayısıyla onyıllardır politikayı izlerim. Hemen hemen hiçbir işimizin tıkır tıkır saat gibi işleyip hallolunduğunu hatırlamıyorum. Ya durup dururken kendi dizimize mermi sıkarız ya da en azından kendi kendimize çelme takarız. Şu son seçimlerden sonra da yine öyle oldu. Siz tutun, fevkalâde yüksek katılımla ve verilen oyların %95 oranında temsîl edilebildiği bir parlamento kurun ve o parlamento daha ilk toplantısını yapamadan neredeyse “şâibeli” hâle düşsün!
Bu mahâreti gösterebilecek ikinci bir millet herhalde zor bulunur.
Bâzen çok kudretli bir örgütün, bütün işlerimizi bozmak, en azından yokuşa sürmek amacıyla tam profesyonelce faaliyet gösterdiğine inanmak geliyor içimden. Fakat işin aslı gâlibâ öyle gizli bir örgütde filan değil bir “örgütleniş biçimi” olarak Türkiye’de. Yâni bizim devlet ve hukuk yapımız problem çözmek değil problem yaratmak esâsına göre işliyor. Başka bir söyleyişle
sistem işlemeye başlar başlamaz otomatikman problem üretmeye de başlıyor. Bu tabii kasdî olarak kurulmuş bir mekanizma değil. Öyle sanıyorum ki
yasalarımızın birbiriyle çelişmesinden doğan bir baş belâsı. Hukukçu değilim ama gençliğimden bu yana bunun örnekleriyle bizzat defâatle yüzyüze geldiğim olmuşdur. Meselâ bir mevzûda polisin verdiği belgeyi “yasa uyarınca” gümrüklerin kabûl etmeyişi gibi.
Yeni anayasa bu sorunları elbet ânında ortadan kaldırmayacak.
Haydi tatlıya bağlayalım:
Charlie Chaplin Amerika’daki ilk evinde ilk partisini verirken kapıda durup hanımları ellerini öperek buyur ediyormuş. Teksaslı bir yeni zengin sormuş: “Ahbab, niye öpüyorsunuz durmadan kadınların elini?”
“E, bir yerden başlamak lâzım.”
NOT: Pazar akşamı TRT Enternasyonal’de efsânevî Şarkıcı Edith Piaf (1915-1963) ile ilgili bir belgesele denk geldim. Benim şahsî hikâyemde de önemli yeri olan bu isim derhâl ilgimi uyandırdığı için takılıp kaldım ama ne yalan söylemeli hayâl kırıklığına uğradım.
Ertuğrul Özkök’ün “uzman” sıfatıyla sunuculuğunu yapdığı programdaki bâzı hatâlar canımı sıkdı.
Bir kere dil bakımından problematik bir filmdi. Ertuğrul Piaf’ın lakabı olan “la môme” kelimesini “
serçe” diye tercüme etdi. La môme, “
yumurcak, afacan kız” demekdir. Serçe için “moineau” yâhut “passereau” kelimeleri kullanılır. Yâhut argotik mânâda “pierrot” denir. Ertuğrul yanılmıyorsam altı yıl Paris’de yaşamış ve üstelik orada doktora da yapmış. Acabâ tezini yazarken artikel ve prepozisyon da kullandı mı diye sorası geliyor insanın.
Ertuğrul ayrıca Edith Piaf’ın Père Lachaise Mezarlığı’ndaki kabrinin hemen yakınında
Ermeni asıllı büyük Sovyet Bestecisi Aram Haçaduryan (1903-1978) ve Zevcesinin mezarlarının da bulunduğunu ileri sürdü. Oysa Haçaduryan’ın mezarı Erivan’dadır.
Bence bu tür çalışmalarda özenli olmak gerekir. Seyirciyi küçümsemek gibi de oluyor.