Seçimlerden -âmiyâne tabirle- esaslı bir
seçmen dayağı yiyerek yakasını kurtarabilen CHP'yi
seçim sonrasında nasıl bir şey, yine ve yeniden mazlum,
mağdur ve alacaklı duruma getirebilirdi ki?
Seçim sonrası hemen delege hesabına girişerek kurultay bıçaklarını biledikten sonra ince perdahla masatlamaya başlayan parti içi muhalefeti, ancak nasıl bir şey sus-pus yapabilirdi? Nasıl bir şey, normal
ülkelerde "
Stockholm sendromu" örnek olayında olduğu gibi garip, tuhaf, sakîl hattâ resmen rezâlet bir değerlendirme yaptıktan sonra "Biz arkadaşlar arasında şakalaşıyorduk yahu!" diyebilen bir siyasetçiyi halkından özür dileyerek politik kariyerine son vermesi gerekirken, yavrusunu kaplanlara kaptırmış ceylanlar gibi mâsum bir
savunma mevkiinde şirin gösterebilirdi?
Bunun nasıl bir şey olabileceğini artık aynelyakîn biliyoruz. YSK'nın son kararları, bir ara sokağa çıkamaz hale giren mağlup muhalefeti âdetâ ihyâ etti, diriltti, ayağa kaldırdı. Solgun çiçeğe can suyu oldu. Kılıçdaroğlu kendine geldi; muhaliflerine sert çıkacak
psikolojik metâneti toparlayacak zaman buldu. Bednam ve bedhahlara, "Mapustaki
vekillerimiz inim inim inlerken şimdi sırası mı kurultayın?" demeye fırsat verdi.
BDP için dahi aynı şeyi söyleyebiliriz ama
küçük bir farkla; BDP'nin -velev ki
mahkeme kararıyla olsun- bir mağduriyet beklemeye ihtiyacı yok. BDP'liler topluma, devlete veya bir başka şeye bozuk atmak için sebepler bulmakta son derece kreatif davranıyorlar ama Hatip
Dicle hadisesi, diğerlerine göre daha organik, daha sahici bir gerekçe oldu.
YSK üyelerine sorsak, "Biz kararlarımızla konuşuruz; başka yorum yapmayız" diyeceklerdir ama o sorunun cevabını hep birlikte düşünelim. Biri MHP'li, ikisi CHP'li, diğeri BDP'li dört vekil, salıverilip Meclis'te yasama çalışmalarına katılmış olsalardı, iki lahzâcık huzurumuzu bundan daha fazla bozabilecekler miydi? Bu sualin,
tutuklu vekillerle şahsen ilgisi yok. Bu insanların Meclis'teki yokluğu, varlıklarından daha değerli kılındı. Yokluğu varlığından daha değerli olmak nasıl bir şeydir, düşünmeli. Onlara da yazık, Meclis'e de, vekillerine oy veren millete de...
"Kanun böyle, yapılacak başka şey yok" deyip geçerken birbirimizi kandırdığımızı gayet iyi biliyoruz. O
kanun öyle, ama başka kanunlar da böyle.
Türkiye ne zaman "hukuk devleti" olmaya niyetlense, "kanun devleti"nin çelmesiyle tepeüstü dikiliveriyor. Bu durum bana fıkradaki kötü niyetli
trafik polisini hatırlatıyor: Gece vakti çevirmiş sürücüyü, "Beyefendi
ehliyet ruhsat lütfen! Buyrun memur bey! Sigorta
kasko, motorlu
taşıt vergisi makbuzu? Buyrun efendim! Alkollü müsünüz?
Hayır efendim,
test uygulamaya hazırım! Peki, ilkyardım çantası? İşte efendim, pırıl pırıl!
Bakmış ki polis, adam tam bir mükemmeliyetçi sürücü; eksik bulmak imkânsız. Başını kaşımış, "Peki çiftetelli kaseti var mı müzikçalarında?" Olmaz olur mu efendim; işte çalıyorum bile...
-Bu iyi işte demiş trafikçi, madem çalıyorsun ben de oynuyorum; sen de gönlünden ne koparsa üç-beş lira yapıştırırsın artık!
O kadar da değil diyeceksiniz; size saçma-sapan ve
incir çekirdeğini bile doldurmayacak lâflar cümleler yüzünden önce hayatı karartılan, sonra ardından
timsah gözyaşları dökülen pek çok fikir suçlusu sayabilirim. Burası, kanun devletinin hukuk devleti haline dönüşmemek için icabında kendini bıçakladığı bir ülke olmuştur.
Şimdi kâbus gibi bir
yemin edemeyen vekil
krizimiz var; yakında yine kanunî yollardan aşılır bir şekilde fakat basiretimiz, kriz
icat etme dehâmıza asla yetişemez.