Bundan 65 yıl önce de, 2 milletvekilinin
mazbatası iptal edilmişti. Asıl
bomba bundan sonra patlamış ve bir
CHP'li başbakanın
asker kaçağı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu başbakan, özellikle
Fenerbahçelilerin yakından tanıdığı bir isimdir.
"Geçmiş, bugüne öylesine benzer ki, bunun yanında suyun suya benzerliği hafif kalır" sözünü İbn Haldun günümüz
Türkiye'si için söylemiş olmalı. Nitekim 65 yıl önce, yine bir
seçim sonrasında
ülke öylesine hararetli bir tartışmanın kucağına yuvarlanmıştı ki, çıkan yangını ancak 1950 seçimleri söndürebilecektir.
Demokrasi tarihimize "lekeli seçim" olarak geçen 1946 seçimleri Tek Parti döneminin çürümüşlüğünü bir ayna gibi yansıtan; ama aynı zamanda çeyrek asırdır ülkeyi keyfince yöneten,
hesap sorulamayan elit bir kadronun
iktidarı elde tutabilmek uğruna ne tür zorbalıklara başvuracağını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu. Halkın oylarına devlet zoruyla el konulmuş, DP'nin çoğunluğu aldığı yerlerde oylar CHP'ye '
transfer edilmiş' ve gayri meşru bir 4 yıllık iktidar dönemi kıra döke açılmıştı.
İşte 1946'dan masamıza düşen aşina fotoğraflar.
1946'NIN "HATİP DİCLE"Sİ FENER'İN GOL KRALIYDI
Türkiye
2. Dünya Savaşı sonunda bir diktatörlük görüntüsündeydi. Muhalif parti yoktu,
sivil toplum bitirilmişti, gazeteler süresiz kapatılabiliyordu. ABD dünyaya "Ya benden yanasınız, ya Sovyetler'den" restini çekmişti. Hür Dünya'yı seçmiştik ama ABD,
kanunlarımızın totaliter devletlerinkine benzediğini yüzümüze çarpınca ve yapacağı yardımı serbest seçimlere bağlayınca İsmet Paşa, rejimin iplerini gevşetmek zorunda kalmıştı.
Çıkarılan
seçim kanunu evlere şenlikti. Açık oy, gizli tasnif uygulaması getirilmişti. Oyunuzu herkesin (yani devletin) gözü önünde sandığa atacaktınız ama
sandıklar kapalı kapılar ardında sayılacak ve sonuçlar ancak devletlular tatmin edildiğinde açılacaktı. Sandık başlarında resmi olmayan tutanaklar tutulmuş ve seçimi büyük şehirlerde açık ara DP'nin kazandığı belli olmuştu. Ancak 3 gün sonra sonuçlar açıklandığında şaşkınlıkla görüldü ki, seçim CHP'ye kazandırılmış,
İnönü dahi seçilemediği halde
Meclis'e sokulmuştu.
Bu
facia üzerine
Celal Bayar, Fevzi Çakmak ve Adnan
Menderes gibi Demokratların ağır topları sonuçları
protesto etmiş,
İzmir,
Bursa ve
Ankara'da on binlerin katıldığı protesto mitingleri düzenlenmişti. Halk tam Tek Parti kâbusundan uyandım derken, özgürlüğün tadını çıkaramadan iradesine zorbalıkla el konulduğunu görmenin acısını yaşıyordu. Ancak bu, daha gerginliğin ilk safhasıydı.
395 milletvekiliyle Meclis'e giren CHP, 66 koltuğa sahip DP karşısında ezici bir üstünlük kurmuştu. Bu şaibeli tablo yeterli görülmemiş olmalı ki, muhalefeti zayıflatmak üzere başka yollara başvuruldu. Mazbatalar o zaman Meclis tarafından onaylanıyordu.
Abdurrahman Münib Berkman adlı bir avukatla Fenerbahçe ve Milli Takım'ın unutulmaz golcülerinden Zeki Rıza Sporel'in mazbataları CHP'lilerin oylarıyla iptal edildi. Zeki Rıza'nın veteriner
subay olmasına rağmen Milli Mücadele sırasında Ankara'ya çağrıldığı halde gitmemesi gerekçe gösteriliyordu. Heyet-i Mahsusa, sağlık gerekçesini öne süren Sporel'in Kuva-yı İnzibatiye'ye katıldığını tespit etmiş ve askerlikle ilişkisini kesmişti. Böylece askerlikten atılarak kısmen kamu hizmetlerinden yasaklı olmanın milletvekili seçilmeye engel olduğu hükmüne varılmış ve mazbatası iptal edilmişti.
ASKER KAÇAĞI BAŞBAKAN KİMDİ?
Bu görüşme sırasında konuşan DP'li Refik Koraltan, kürsüden öyle sert açıklamalar yapacaktı ki, basında yankıları aylar boyu sürecek ve Milli Mücadele tarihinin karanlık sayfaları bir kere daha açılacaktı.
Refik Koraltan, Zeki Rıza gibilerinin görevden atılmasını amir 347 sayılı kanunun "idarî mahiyette bir
tasfiye kanunu" olduğunu ve siyasî bir anlam taşıdığını belirtmişti. Üstelik kanunda hukukun temel ilkelerinden olan "Kanunlar makabline
şamil olmaz"ın çiğnendiğini, kanun çıktığı tarihte suç sayılmayan bir fiilin suç sayıldığını belirtmiş ve mazbata iptalini uzun uzadıya eleştirmişti. Üstelik Sporel, Milli Mücadele yıllarında İstanbul'da kurulan M.M. grubunda çalışmış, Milli Mücadele'ye adam ve
silah kaçırmak için ter dökmüştü.
Koraltan, hızını alamamış ve sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı: Unutmayalım ki, demişti, o zamanlar Anadolu'ya davet edilip de gitmeyenleri, askerliğini yapmayanları saymaya kalkarsak listeye halen devlet hizmetinde çalışan memurları, profesörleri, hatta bakanları da katmamız gerekir.
Asker kaçağı bakanlar, öyle mi? Kuşkusuz basının bu konunun üzerine gitmesinden daha tabii bir şey olamazdı. Kimdi bu bakanlar? Basında günlerce devam eden sıkıştırmadan sonra Refik Koraltan nihayet o isimleri ifşa etmek zorunda kaldı:
"
Şükrü Saracoğlu,
Hilmi Uran ve
Emin Erişirgil, Milli Mücadele'den kaçmışlardır. Eski
Maliye Bakanı Fuat Ağralı ise Milli Mücadele yıllarında işgalci devletler olan
İtalya ve Yunanistan'ın pasaportunu taşımıştır."
İşin garibi, bu "bomba" açıklamayı birkaç gün önceye kadar başbakan olan Saracoğlu asla yalanlamamış ve asker kaçağı bir başbakan olarak tarihe geçmiştir. (Oğlunun
bilet parasını ödeyerek stada girdiğini yazan Yılmaz Özdil bu konuyu da aydınlatsa ya!) O günlerde Nadir Nadi, "Bu tatsız münakaşalar böyle uzayıp giderse yarın hangi isimlerin ortaya atılacağı ve neticelerinin nerelere varacağı kestirilemez" diye yazıyordu
Cumhuriyet'te. Hakikaten de eski defterler bir kere açılırsa işin ucu nerelere varabilirdi?
Bunun üzerine DP'liler Meclis'i protesto edecek, Cumhurbaşkanı İnönü araya girip de ikna edinceye kadar sıralarını boş bırakacaklardı. Ne var ki,
bütçe görüşmelerinde
Başbakan Recep Peker'in Menderes'e "psikopat" demesiyle DP yeniden Meclis'i terk edecek ve bu büyük mücadele 1950'ye kadar sürüp gidecekti.
Eski "Cumhuriyet" yazarlarından Mehmet Kemal "Türkiye'nin Kalbi Ankara" adlı kitabında şöyle yazıyor: "İsmet Paşa ile hiç kimse hesaplaşamamıştır. İsmet Paşa TC'nin (...) bütün vidalarını, çarklarını makineye takan adamdı." Bugün 50 yıllık iktidarında İsmet Paşa'nın taktığı vidaları çıkarmaya uğraşıyoruz vesselam.