Geçen yazıda "
Kürt sorunu"nun yeni bir safhaya girdiğine değinmiştim. Yeni bir anayasa yapmak nasip olursa ve bu anayasa müzakereci
siyaset,
katılım ve mutabakat esasına dayalı teşekkül ederse, geniş katılımlı bir müzakere sürecine
Türkiye toplumunun bütün tarafları katılacaktır.
Bu çerçevede
İslam dinini bir varlık tasavvuru, bütüncül hayat tarzı, sosyo-politik,
ekonomik ve kamusal hayatın ana referansı görüp bu meyanda bir toplum/
ülke,
bölge ve dünya tasavvuru olan
Müslümanların hem yeni anayasa hem
Kürt sorunu konusunda neler düşündükleri, sorunu nasıl tanımladıkları, ne türden çözümler önerdikleri önemlidir. Bu tanımlamayı yaparken, muhafazakârlık, sağcılık ve milliyetçilik zemininde kendilerini politik ve kültürel olarak ifade eden
dindar çevreleri dışarıda tutuyorum. Ortadoğu'da din, mezhep, etnisite ve
sınıf temelli çatışmalar sürerken, son sözü şu seküler ideoloji veya politikaya meyleden dindarlar değil, fıkıh ve kelam geleneğimizde olduğu üzere İslamiyet'i bağlayıcı kaynak seçen Müslüman bilginler, müçtehitler ve entelektüeller ile onların mobilize edeceği Müslüman toplumlar
tayin edecektir. Batılıların iddia ettiğinin aksine, bölgenin genel gidişi İslam'dan uzaklaşmaya değil, İslamiyet'in ana kaynaklarına ve diriltici ruhuna doğrudur.
Hal buyken, Müslüman çevrelerin bakış açılarını devletin resmi yaklaşımına dayandırmaları veya Türk, Kürt ya da Arap milliyetçiliğinin etkisine girmeleri beklenemez. Sorunun müsebbipleri Türk ve Arap milliyetçileridir. Ancak sorunu mukabil Kürt milliyetçiliği veya Kürt ulusal hareketiyle çözemeyiz. Bunca tecrübeden sonra bunu anlamış bulunuyoruz. Bölgesel entegrasyon zaruretinin kendini dayattığı, küresel dil ve yaklaşımların öne çıktığı bir dünyada,
analiz dili, söylem ve gelecek tasarımları ancak "ümmet" bilinciyle kurulabilir.
Öteden beri, giderek İslami yaklaşımını ikinci plana düşürüp Kürt milliyetçiliğine yaklaşan bazı aydınlar, Müslümanların Kürt sorununa hiç sahip çıkmadıklarını söylüyorlar. Bundan da çıkan zımni sonuç şu oluyor: Siz mademki zamanında sahip çıkmadınız, sorun
PKK/KCK/BDP'nin uhdesinde kaldı, şimdi onların çözümünü kabul etmeli veya birlikte hareket etmelisiniz.
Bu haksız bir suçlamadır:
1) Dindar kitleler ve İslamcılar, daha düne kadar -ve aslında yer yer hâlâ- sistemin ağır baskıları altında yaşıyorlardı. Hangi Müslüman grup bu ülkede rahatça kendini ifade edebildi ki, varoluş haklarını savunduğu kadar Kürt sorununu da savunsun?
2) Fırsatını ve imkânını bulduklarında İslamcılar bu sorunu gündeme getirdiler. 1991'de Mazlumder ve iki sene sonra Nubihar'ın düzenlediği toplantılara katılanların tümü bugün de çözümün ana çerçevesini çizdiler, gerçekçi çözümler önerdiler. Kişisel olarak benim bu konuda yazdıklarım bir kitap boyutundadır (Bkz. A. Bulaç,
Kürtler Nereye, Çıra Y. 2010), Mazlumder toplantısında sorunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Mustafa İslamoğlu, bu yüzden hüküm yedi, bedelini ödedi.
3) Rahmetli
Erbakan Hoca, meşhur
Bingöl konuşmasında siyasiler içinde en üst seviyede Türkçü yaklaşıma karşı çıktı, o da hüküm giydi.
4) Sorunu sahiplenen PKK bir silahlı örgüttür,
terör ve şiddet yöntemini kullanır. Türkiye Müslümanlarının geleneğinde şiddet yoktur. Kaldı ki PKK, daha düne kadar kendisi dışında hiçbir gruba hayat hakkı tanımıyordu.
5) Sorunu şiddet dışında sahiplenenler Türk milliyetçiliğine karşı Kürt milliyetçiliğini öne çıkarmışlardır. İslam, milliyetçiliğe en uzak dindir.
Türk milliyetçiliğinden uzak durmaları gerektiği gibi, Kürt, Arap veya Fars milliyetçiliğinden uzak durmalıdır. Çözüm için herkesle görüşülür, ortak noktalarda mutabakat da sağlanır, ama kendi kimliğini, özerk varlığını korumak kaydıyla.
NOT: 30
Mayıs tarihli yazımda "
Risale-i Nur'un öğrencileri ve izleyicileri olarak bilinen Medzehra grubunun (Nubihar) temsilcisi" ifadesini sehven kullanmıştım. Nubihar, Medzehra'ya değil, Zehra'ya yakınlığıyla bilinmektedir. Düzeltir, her iki Risale-i Nur grubundan ve okuyucularımdan özür dilerim.