Son aylarda,
seçim telaşı yüzünden belki de tam olarak farkında değiliz ama çok önemli gelişmeler oluyor
Ergenekon ve
Balyoz davalarında.
Savcılar seçim arası vermiyor ve
derin devlet ilmik ilmik çözülüyor.
Her gün yeni bir halka ekleniyor
dosyalara; yeni bir
delil, yeni bir bilirkişi raporu, yeni bir
tanık, yeni bir
belge ile iddianamelerde yer alan iddialar güçlendikçe güçleniyor. En şüpheciler için bile inkar edilemez hale geliyor. Tabii bütün bu davalara "fasa fiso" demeye çalışanların durumu da gittikçe güçleşiyor.
Sadece şu son birkaç günde öğrendiklerimize bakalım:
Danıştay saldırısında, çete bağlantısına "
senaryo" diyen
Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili
Hamza Keleş'in ifadesi alınıyor. Keleş'e,
sanık Aslan'ın
Veli Küçük ve
Muzaffer Tekin'le bağlantı iddiasını neden araştırmadığı soruluyor. Kendisine iletilen bilgileri
kayıt altına bile almayan, örtbas eden savcı, şimdi bu tutumunun hesabını veriyor.
Bu durum artık çanların yargı mensupları için de çalmaya başladığının sinyali. Kendini halkın değil devletin savcısı-hakimi zannedenler; gerçeğin peşinde koşmak yerine "devleti koruma" refleksiyle davaları manipüle etmekten; delilleri karartmaktan çekinmeyenler için korkma zamanı geldi. Sırtlarını dayadıkları "güçlü" yerlerin kendilerini bile korumaktan aciz kaldıklarını görüp işlerini doğru dürüst yapmaya başlasalar iyi olur.
Yine Danıştay Davası'nda ilginç bir çözülme daha yaşadık. Saldırısı sırasında saldırganın "Allah'ın askeriyiz" diye odaya girip Allahü Ekber diyerek ateş ettiğini söyleyen
Tansel Çölaşan, beş yıl sonra kıvırtıp bu lafları kendisinin duymadığını; bu yönde duyumu olduğunu söylemek zorunda kaldı. Çünkü bir gün önce aynı mahkemede şikâyetçi olarak ifade veren eski Danıştay Başkanı
Mustafa Birden böyle bir laf duymadığını açıklamıştı. Birden'in böyle bir açıklama için bu kadar yıl neyi beklediği ayrı bir mesele; Tansel Çölaşan'ın beş yıldır kendisine atıf yapılarak tekrarlanan bu sözü neden şimdiye kadar tekzip etmediği sorusuna verdiği
cevap ilginçti: Meseleyi uzatmak istemedim!
Gelelim
Albay Rıdvan Özden Davası'na...
1995 yılında "
PKK'yla girdiği çatışmada iki korumasıyla şehit oldu" denilen
Albay Rıdvan Özden'in ölümüyle ilgili dosya Ergenekon Davası kapsamında yeniden ele alınınca, daha önce örtbas edilen birçok çarpıcı ifade ve belge de su yüzüne çıktı.
Daha önce kamuoyuna açıklanmayan tanık asker ve bilirkişi raporları, Özden'in PKK ateşiyle değil dönemin
JİTEM sorumluları ve şimdi
Ergenekon davası sanıkları tarafından
infaz edildiği' iddialarını güçlendiriyor ve Özden'in mezarının
otopsi için açılabileceği belirtiliyor. Böylece 1995'ten bu yana olayın çatışma değil derin devlet infazı olduğunu iddia eden; kapsamlı bir otopsi için mücadele eden eşi Tomris Özden'in şüphelerindeki haklılık da ortaya çıkmış oluyor.
Ve bu yeni gelişme beni 16 yıl öncesine; Albay Özden'in ölümü sonrasında eşine karşı girişilen acımasız kampanyaya götürüyor.
Tomris Özden'in o zamana kadar bütün şehit ailelerinin yaptığı gibi "Kocam vatana feda olsun" demeyip ilk defa cevap bekleyen sorular ortaya atması üzerine çılgına dönen "
silah arkadaşları"nın,
Hürriyet başta olmak üzere basın kanalıyla yürüttükleri
linç kampanyası geliyor aklıma. Çiftin evliliklerinin çok kötü olduğu; zaten boşanmak üzere oldukları; Tomris Özden'in ikiyüzlülüğü, güvenilmezliği üzerinde yürütülen bu kampanyanın nedenini de şimdi daha iyi anlıyoruz. Gazeteleri kullanarak Tomris Hanım'ı susturmaya çalışan "silah arkadaşları"nın gerçekte kim olduklarını da...
X x x
Görüldüğü gibi, gerçeklerin ilelebet gizlenememek gibi kötü bir huyu var.
Kararlı bir siyasi irade, işine saygılı ve cesur bir düzine
kanun adamı sayesinde Ergenekon'un
savunma hatları tuğla tuğla yıkılıyor. Karşı iddialar lime lime dökülüyor. Ortalık aydınlanıyor. Yıllardır gömülmeye çalışılan gerçekler, pırıl pırıl çıkıyor
toprak üstüne...
Derin devlet ilmik ilmik çözüldükçe
Türkiye hafifleyip kanatlanıyor.