12 Haziran seçimlerini izlemek için Hindistan'dan gelen gazeteci, Türkiye'deki siyasetin nabzını tutmak için birçok kişiyle
röportaj yapıyordu. Biz de seçimden 3 gün önce Taksim'de buluşmak üzere sözleşmiştik.
Tahminim; seçim sürecini, siyasi partilerin şanslarını,
iktidar ve muhalefetin vaatlerini, belki dış
politika çizgilerini konuşacağımız şeklindeydi. Ama başlar başlamaz sorulan soru, yanıldığımı gösteriyordu. Çünkü bu başlıkları değil, "Neden Batı medyası son dönemde sık sık
AK Parti hükümeti aleyhine yazmaya başladı?" diye sormuştu gazeteci.
Soruda merakla birlikte şaşkınlık da vardı. Son dönemde okuduğu yazılarda, Türkiye'nin
İran-Çin-
Rusya benzeri otoriter bir
ülkeye döndüğü; medya özgürlüklerinin yok olduğu;
alkol tüketiminin yasaklandığı; kadınların özgürce meydanlara çıkamaz hale geldiği; hızla modernlikten uzaklaşan bir resim çiziliyordu. Ancak Taksim'de, Harbiye'de ve medyada gördüğü; çok renkli, çok sesli, herhangi bir
Avrupa şehrinden farkı olmayan cıvıl cıvıl bir ülkeydi.
Bakış açısındaki bu değişimin nedenlerini anlatmaya çalıştım. Son dönemde yapılan bazı sembolik hatalar ve hâlâ çözüm bekleyen birçok sorun olsa da Türkiye'nin düne göre daha sesli, çok özgür bir ülke olduğunu; birçok demokratik reformun, Türkiye'yi İran'a dönüştürmekle suçlanan bu iktidar zamanında yapıldığını; ilk kez cuntalardan bu dönemde
hesap sorulduğunu;
darbe anayasasında önemli değişiklikler yapıldığını; bu adımlar sayesinde Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerine başladığını;
dış politikada ülkenin Batı'dan kopmadığını, sadece şimdiye kadar
ihmal ettiği yeni bölgelere açıldığını söyledim. Temelleri 20-25 yıl önce atılan sosyo-
ekonomik değişim sürecinin, Türkiye'de statükoyu sarstığını; eski durumlarını kaybeden veya önceleri oyun dışında kalmış geniş
halk kesimlerinin siyasi, ekonomik süreçlere katılmasını tehdit olarak görenlerin Batı'daki var olan bağlantılarını harekete geçirerek yaşananları çarpıttığını paylaştım. Batı'nın güçlenen, kendi ayakları üzerine duran; özgüveni artmış bir Türkiye'ye ne kadar sıcak baktığının tartışmalı olduğunu hatırlattım. Zaten o da Türkiye'nin daha bağımsız bir dış politika izlemesinin, bu olumsuz bakış açısındaki rolünü merak ediyordu. Özellikle İsrail'le gerilen ilişkilerin, olumsuz kampanyadaki rolünü soruyordu.
Aslında, yakın zamana kadar '
model ülke' diye övülen Türkiye'nin, Batı basınında artan olumsuz imajını görmek için Asyalı bir gazeteci olmaya gerek yok. Gerçekten de seçime günler kala sanki bir yerden düğmeye basılmışçasına AK Parti ve
Gülen Hareketi'ne karşı olumsuz haberlerde
patlama oldu. Ünlü küresel medya devi Robert Murdoch'ın sahibi olduğu
Wall Street Journal'ın yayın kurulu üyesi Matthew Kaminski, işi Erdoğan'a
diktatör demeye kadar götürdü. Seçimden sadece 2 gün önce yayınlanan 'Türkiye'nin İyi Diktatörü' başlıklı yazıda, "Sayın Erdoğan, orduya karşı koymada ve Türk ekonomisini geliştirmede cesaret gösterdi. Ama son dönemdeki davranışları, demokratik bir devrimi sonuna kadar götürebileceği yönünde güven vermiyor." deniyordu. Malum, bu yazıdan bir hafta önce de The
Economist, AK Parti'yi açıkça
hedef alan başyazı yayınlamıştı. Şimdiye kadar Türkiye'de reformlara öncülük yapan,
İslam ile demokrasiyi buluşturan kimliğine övgüler dizilen AK Parti için bu kez şöyle deniyordu: "Türkler için demokrasiyi güçlendirmenin en iyi yolu, iktidar partisi aleyhine oy kullanmaktır."
Küresel elitlere hitap eden bir
dergi, kısa süre önce Sosyalist Enternasyonel'in, demokrasiyle ilişkisini sorunlu bulduğu için üyelikten atmayı düşündüğü; Batı'nın yakından izlemesi beklenen
Hrant Dink ve
misyoner cinayetleri gibi davaları da kapsayan ve darbeyle hükümeti devirmeye teşebbüs suçundan yargılanan
Ergenekon sanıklarını Meclis'e taşımayı düşünen Kılıçdaroğlu'nun partisine referans oluyordu. Örneğin, Doğu illerindeki mitinglerde Kılıçdaroğlu'nun Erdoğan'dan daha çok izleyici topladığını yazan dergi, CHP'nin özerklik vaadinden söz ediyordu. Erdoğan, dergiyi 'densizlik'le suçlayınca,
The Economist yayın yönetmeni Micklethwaite, bu tepkinin Batı'da Erdoğan'a yardımcı olmayacağı ikazında bulunmuştu.
Aynı süreçte
New York Times gibi kurumların, Türk okullarının dünyada kültürlerarası diyaloğa katkısını öven kendi haberlerine bile bakmadan, birden
Gülen Hareketi aleyhine haberlere yer vermesi ilginçti. Sanki 'AK Parti ve Gülen Hareketi'ni Bitirme Planı'nın küresel versiyonu devrede. 12 Haziran'da AK Parti'yi tarihî rekora taşıyan
sandık sonucu, sık sık 'manşetlere rağmen iktidara geldiğini' söyleyip, hapse giderken hakkında atılan 'Muhtar bile olamaz' manşetini hatırlatan Erdoğan'a büyük
destek; The Economist'e de
kapak olacak!