Mart ayı sonunda
Başbakan Erdoğan ile tarihî
Irak ziyaretinden dönerken, kafaları en çok meşgul eden konu
Suriye'deki gelişmelerdi. 1998'de savaşın eşiğinden dönüp ilişkileri stratejik ortaklığa taşıdığımız Suriye'nin
Ürdün sınırındaki Deraa kentinden korkunç haberler gelirken,
Türkiye'nin nasıl bir tavır alacağı çok önemliydi.
Ortadoğu'yu sarsan tsunami, '
öfke günü' ilan edilen 5 Şubat'ın sönük geçmesinden bir ay sonra Ürdün sınırındaki Deraa kentinden Suriye'yi vurmuştu. Arap
ülkelerinde yaşananlara özenen, 10-15 yaşlarındaki çocukların duvarlara yazdığı
yönetim karşıtı grafitilerdi ilk kıvılcım. Çocuklarının istihbarat tarafından gözaltına alındığını öğrenen aşiret liderleri, serbest bırakılmalarını sağlamak için Beşşar Esed'in teyze oğlu olan Deraa
İstihbarat Başkanı Atıf Necib'in yanına gitmişti. Yaşlarının
küçük olduğunu, yaptıklarının bir özentiden başka bir şey olmadığını, bir daha böyle şeyler yaşanmayacağına dair kefil olduklarını söyleyip, çocukların serbest bırakılmalarını istediler.
İstihbarat Başkanı
Necip, bu talebi geri çevirince de sarıkları çıkarıp masanın üstüne bıraktılar. Aşiret dilinde bunun anlamı, 'Boynumuzu ayaklarının altına koyuyoruz. Bu iş bitmeden buradan çıkmayacağız. Gerekirse babaları al, çocukları ver.' demekti. Ama Necip oradaki görevliye sarıkları çöpe attırınca, bugün Türkiye sınırına binlerce kişinin yığılmasını sağlayan fitili de ateşlemiş oldu. Oracıkta çıkan arbedede 2 aşiret reisi öldü.
Öfkelenen Deraa halkı, istihbarat merkezini bastı; Necip yakındaki bir askerî birliğe sığınarak canını kurtardı. Ama insanlar, 13 yaşındaki
Hamza el Hatip'in işkenceyle öldürüldüğünü ve diğerlerinin tırnaklarının söküldüğünü görünce, öfke şiddete dönüştü. Birçok kamu binası yakıldı. Olayları bastırmak için 25 Nisan'da ordu kente girdi. Şehrin tamamen kuşatma altına alındığı bu süreçte en az 400 kişinin hayatını kaybettiği; 10 bin kişinin hapse atıldığı haberleri yansıdı dünyaya. 15 yaş üstü bütün erkeklerin toplandığı, kadınlara
tecavüz edildiği, camilere zarar verildiği de gelen haberler arasındaydı.
Malum, Deraa'dan sonra
isyan diğer şehirlere yayıldı; özellikle Beşşar Esed'in kardeşi Mahir'in komutasındaki 4. Tümen ve istihbarat servislerinin protestoculara karşı yaptığı müdahaleler sonucu her hafta ortalama 30-40 kişi hayatını yitirir oldu.
O gün Irak'tan dönerken, Suriye'de yaşananlara dair bu kadar detay yoktu. Ama Başbakan Erdoğan'ın tavrı netti. Esed yönetimi, reform konusunda ikaz edilecek; yardımcı olmak için Türkiye elinden geleni yapacaktı. Ancak imzalanan üst düzey
işbirliği anlaşmaları; vizelerin kaldırılması gibi tarihî adımlar ve Erdoğan-Esed aileleri arasındaki sıcak dostluğa rağmen rejimin yapacağı yanlışlara Türkiye asla günah ortağı olmayacaktı. Nitekim iyi niyetle önce
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nu; sonra
MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı Şam'a göndererek acil reform mesajını ileten Erdoğan'ın, sonuç çıkmadığını görünce sesini yükseltmesi hiç
sürpriz olmadı. Belki bunda, Kaddafi'ye geç tavır almanın getirdiği olumsuzlukların da rolü oldu.
Mayıs başında, 'Biz bir daha
Hama,
Humus yaşamak istemiyoruz.' diyerek net tavır koyan Erdoğan, en son ATV'deki programda, 'Maalesef, Esed ailesi özellikle de Mahir Esed insanî davranmıyor.' diyerek, kanlı operasyonlardan sorumlu tutulan Mahir'in bizzat adını verdi. "Görüntüler ortada iken Esed bana farklı şeyler söyledi. Biz Suriye'deki gelişmelere daha fazla sessiz kalamayız. İyi ilişkiler ilelebet süremez." sözleri, Erdoğan'ın Şam yönetimine 'one minute' ihtarıydı.
Esed yönetiminin, son dönemde kendisiyle en yakın ilişki kuran Türkiye ve Erdoğan'ın dostça uyarılarını hiçe sayması, muhtemel trajik gelişmeler karşısında insanı çok üzüyor. Tabii, Türkiye-Suriye ilişkilerinin zirve yaptığı günlerde yetkililerin dile getirdiği senaryoların aşırı iyimserliği de şimdi anlaşılıyor. İki ülkenin uluslararası toplantılarda birbirini temsil edecek kadar karşılıklı güvene sahip olduğunu söyleyenler, baş edemeyeceği bir krizle karşılaşırsa Esed'in Türkiye ile
birleşme kararı bile alabileceğini düşünüyordu.
Evet, bugün dostça ikazlarımızı bile dinlenmiyor Esed yönetimi. Ama birleşme fikri bir yana, keşke suni sınırla bölünmüş; halkları akraba iki ülkenin standartlarını yaklaştırmak için geçen 10 yılı daha iyi değerlendirseydik. Keşke sadece geçen yıl 3 milyon insanın karşılıklı birbirini ziyaret ettiği; dış ticaretin 3 kat arttığı Suriye'nin dünyada
demokrasi sıralamasında 167 ülke arasında 152'nci;
basın özgürlüğü sıralamasında 196 ülke arasında 178'inci; yolsuzluk sıralamasında 178 ülke arasında 127'nci olduğunu görüp reformlar için daha sıkı teşvikçi olsaymışız!