Son yazılarımda sürekli olarak 12
Eylül 2010'daki referandumda tecelli eden
demokratikleşme hamlesinin, aynı kararlılık ve irade ile 12 Haziran'da da devam etmesi gerektiğini yazıyorum.
Demokratikleşme hamlesi yarım bırakılmamalı, tamamlanmalıdır, diyorum.
Ergenekon ve
Balyoz davaları ile sembolize edilen tarihî bir kavşaktayız. Bu davalarla, askerî bir
darbeye zemin hazırlamak için suikastlar düzenlemek,
kaos ortamı meydana getirmek, hükümeti ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya teşebbüs iddiasıyla bir yargılama devam ediyor. Yüz yıldır cesaret edilemeyen bir yargılamadan,
sivil iradenin elini kolunu bağlayan
vesayet prangasının çözülmesinden bahsediyoruz. Vesayet sistemi, gövdenin içindeki kurt gibi. Gövdeyi sarmış ama medyanın üzerine örttüğü şaldan görülemiyor. Süren davalar, bize aradığımız fırsatı veriyor. Fakat vesayetin bütün adamları ayakta, bütün imkânlarını -bilhassa medyayı- seferber etmiş durumdalar. Darbe davalarının sonuçsuz bırakılması, sulandırılması, bulandırılması için müthiş bir gayret var. Ergenekon
sanıklarının milletvekili
adayı gösterilmesinin, kimisinin
bağımsız aday olmasının esprisi de bu. Yani, "bunlar milletvekili olmayı hak etmiş insanlar, bunlar birer kahraman, bunlar nasıl suçlu olabilirler?" propagandasının tezgâhı...
Davaları sonuçsuz bırakmak için yaptıkları en büyük hamle ise, "
Askerî mahallerde işlenen suçlar, askerî mahkemelerde görülür. Dolayısıyla görevdeki subaylar Silivri'de,
adliye mahkemelerinde yargılanamaz" iddiasıydı. Ama Anayasa'nın 145. maddesindeki değişikliğe,
12 Eylül referandumunda bastığımız "
evet" mührüyle bu oyun bozuldu. Maddenin yeni halinde; "Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür.
Savaş hali haricinde, asker olmayan kişiler askerî mahkemelerde yargılanamaz." deniliyor. Geçen hafta
Ankara Uyuşmazlık Mahkemesi, bu değişikliği esas alarak tarihî bir karar verdi. Hatırlayacaksınız, 9
Kasım 2005'te
Şemdinli'de
Umut Kitapevi bombalanmış ve bir kişi ölmüştü. Olayda adı geçen astsubaylardan biri için dönemin
Kara Kuvvetleri Komutanı
Org. Yaşar Büyükanıt, "Ali'yi tanırım, iyi çocuktur." demişti. Davanın iddianamesini hazırlayan
Savcı Ferhat Sarı
kaya, o dönemdeki
HSYK tarafından meslekten
ihraç edilmiş, "avukatlık da yapamaz" denmişti. Buna rağmen Van 3. Ağır
Ceza Mahkemesi, Ferhat
Sarıkaya'nın iddianamesini kabul ederek, yargılama yapmış ve üç sanığa 39 yıl 6'şar ay ağır
hapis cezası vermişti. Fakat sanık avukatları,
Yargıtay nezdinde
itiraz etmiş, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, itirazı yerinde görerek davayı askerî mahkemeye
havale etmişti. Sanıklar askerî mahkemede, ilk duruşmada
tahliye edilmişlerdi. Bu gelişme, Ergenekon dostlarını, vesayetin odaklarını umutlandırmış, "Silivri'de yargılama yapılamaz" korosu yeniden devreye girmişti.
İşte Uyuşmazlık Mahkemesi, geçen hafta referandumdaki değişikliği esas alarak, davayı yeniden Van özel yetkili 3.
Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. Astsubaylar
Ali Kaya, Özcan İldeniz ve
PKK itirafçısı Veysel Ateş'in "
suç örgütü üyesi olmak ve adam öldürmek" suçlarından özel yetkili mahkemelerde yargılanması hükme bağlandı. Böylece Uyuşmazlık Mahkemesi'nin emsal niteliğindeki içtihadıyla, Ergenekon ve Balyoz sanıklarının, asker oldukları için askerî mahkemede yargılanmaları gerektiği tezi de çökmüş oldu. Kısacası, referandumdaki "evet"le, darbe davaları kurtulmuş oldu. Bu arada
Ferhat Sarıkaya da, binlerce kürsü hâkim ve savcısının oylarıyla oluşan (o da referandumdaki "evet"in sağladığı bir sonuç) yeni HSYK tarafından görevine iade edildi, Ankara savcısı olarak atandı. Referandumdaki "evet" sayesinde
adalet yerini buldu.
Partiler arasındaki bir
tercihle karşı karşıya değiliz. Tercih; vesayet mi, demokratikleşme mi tercihidir. Şemdinli davasının 12 Haziran'da
sandık başındaki seçmenlere
mesajı budur...