Okuması yazması olmayan bir
köylü dostum var.
Marmaris'in bir dağ köyünde yaşıyor. O benim
doğa öğretmenim. Doğal yaşamın sırlarını anlatır. Hayvanlar ve bitkilerin kendileri arasındaki iletişimi, doğanın ritmi konusunda ondan çok şey öğrendim. Bazen günlerce denizde kalmak üzere balığa çıkardık. Bir gün radyodan Behice Boran (TİP Başkanı)
ülke dışında
vefat etmiş olduğunu duyduk. Tüm ülke durmuş, başı yurda gelsin mi gelmesin mi tartışması yapılıyordu; tıpkı Nazım Hikmet için olduğu gibi... Onlar bazılarına göre "Türklüğe
ihanet etmişlerdi."
Şaban bana şunu sordu: "Yahu ağabey, koskoca devlet
yaşlı bir kadının ölüsünden mi korkuyor; neticede buraya gömülmeye geliyor, ölüsünden bahsediyoruz. Nedir bu
kavga?"
İşte o zaman bana dank etti; her şeyi ne kadar siyasallaştırmış, şirazesinden çıkarmıştık. Bu bağlamda "Kim Türkler, ben kimim" diye sorduğumda etnik bir tanımdan çok siyasal bir tanımla karşılaşıyordum. Bu da işi zorlaştırıyordu.
Sonra anladım ki, "Türklük" devam eden bir proje. Türkler, etnik ve kültürel olarak hep vardı, biliyoruz. Tarihte birçok etnik ve kültürel gruptan biri olarak var oldular. Kimi zaman hanedan ailesini, kimi zaman bir hanedanın ordusunu oluşturdular. Kimi zaman da bir ülkenin halklarından biri oldular. Ama ne zaman
egemenlik söz konusu oldu, Türklük bir etnik ve kültürel olgu olmaktan çıkıp siyasal bir proje oldu işte o zaman siyasetin doğasına uygun olarak egemenlik ile tabiiyet ilişkilerinin tarafı oldu.
Hakim unsur olduğu her dönemde diğerlerini kendisine tabi kılma yöntemlerinin her ikisini de denedi.
Birinci yöntem 'asimilasyon'du. Asimilasyon ya zorla ya da özendirip kazanarak egemen unsurun içinde eriterek olur. Asimilasyonda tabi unsur kendisi olmaktan çıkar. İkinci yöntem 'entegrasyon'dur. Kendi özelliklerini koruyarak, başka unsurlarla birlikte bir bütünün parçası haline gelmektir. Burada egemenlik tabiiyet ilişkisi yoktur, eşitler arasında kurulan bir
dayanışma ve
işbirliği/işbölümü vardır.
Türkiye'de ulus oluşturmanın veya Türklüğün (isterseniz Türkleştirmenin) siyasal projesi, var olanı görme ama kabul etmeme; hatta o farklılıkları yok etmek biçiminde uygulanmıştır. Bu yöntemin bedelini sadece Türk olmayanlar değil, onu gerçekleştirmek için sürekli bir mücadelenin içine itilen Türkler de ödemiştir. O nedenle dayanışmacı, "tasada ve kıvançta ortak" bir ulus oluşturmakta zorlandık. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslaşma projesi daha sonuçlanmamıştır denebilir.
Pekiyi, ne oldu bu sürecin sonunda? Sonuç olarak sosyolojisini tamamıyla inkar eden; tarihini de 1920'lerde sıfırlayıp yeniden (olduğu gibi değil, olması istendiği gibi) yazan; böylece geçmişi olmayan, geleceğini dünya ile pek uyumlu olmayan siyasal tercihler üzerine kuran bir
toplum haline geldik. Taşıdığı gerçeklerle, siyasal tercihler arasındaki gerilim toplumu çok yordu, yolunu arayan bireyi (yurttaşı) da çok yıprattı ve güvensiz hale getirdi. Bir bölüm insan 'koruyucu' olarak devlete daha fazla sarıldı. Devlette aradığını bulamayanlar, dinsel ve etnik aidiyetleri üzerinden cemaatlere sığındı. Şu anki manzaraya göre, içindeki çeşitliliği bağdaştıramamış, farklı unsurlar arasında yeterince sinerji üretememiş, daha çok paralel hayatlar yaşayan parçalı bir toplum durumundayız.
Bu Türklük adına çok
iftar edilecek bir şey değil. Çünkü bu, egemen de olsa Türk'ü de memnun eden bir durum değil.