Sabahın
erken saatlerinde cep telefonuma
Anadolu Ajansı mahreçli gelen spot haberler arasında emekliye ayrılacak olan
Yargıtay ve
Danıştay başkanlarının Çankayı’yı ziyaret edeceğini okuyorum.
İki
yüksek yargı kurumunun başkanlarının değişim sürecinde görevi bırakacak olan başkanların döneminde
Yargıtay ve Danıştay’ın ürettiği kararları düşünüyorum ve “keşke böyle olmasa idi” diyorum; bir hukukçunun, mesela
Hrant Dink kararı ile anılacak olması gerçekten kendisi ve ailesi için çok üzücü.
Bu iki başkan emekliliklerinde kendi adlarıyla anılacak özgürlükçü kararlar neden üretemediler, bu konuya tekrar döneceğim.
Bu konuda bir şeyler yazmak isterken
hain, menfur bir saldırıda hayatını kaybeden Danıştay hakimi Mustafa
Yücel Özbilgin
cinayetinin beşinci senesine ilişkin mesajları okuyorum; kendimi tutamıyorum ve
Hürriyet gazetesinin çok etkin işleyen arşivinden 18, 19, 20
Mayıs 2006 tarihli gazetelere bir göz atıyorum ve birileri adına gerçekten büyük utanç duyuyorum.
O tarihlerde Hürriyet gazetesinde yazan ünlü köşe yazarlarının (çok az istisna ile) cinayet karşısında aldıkları tavır gerçekten çok ibret verici.
Hepsi de cinayetin
türban yasağı nedeniyle işlendiğine inanmışlar; bu gazeteciler (!) için bir alternatif var: Ya etraflarında olan biteni göremeyecek kadar akılsızlar ya da bu yazıları yazmak için doğrudan görevlendirilmişler.
Aynı değerlendirme ve alternatif, yine aynı gazetelerden okuyorum, dönemin Cumhurbaşkanı, dönemin YÖK Başkanı ve üyeleri, yüksek yargı başkanları, anamuhalefet lideri Deniz
Baykal için de geçerli.
Ya gerçekten gözlerinin önlerini görememişler ya da görevliler.
Bu görevlerde olan kişiler için alternatifin iki şıkkı da çok sevimsiz.
Danıştay’ın sitesinde dolaşır iken, “Türk soylu
yabancılar” diye bir ifade, 2009 senesinde çıkan bir yönetmeliğin TMMOB tarafından Danıştay’a taşınması sonrası alınan bir karar da gözüme çarpıyor.
“Türk soylu yabancı” ifadesi de, yine internetten görüyorum, bazı arkadaşların büyük eleştirilerine neden olmuş.
Ancak, kanımca “Türk soylu yabancı” tabiri doğru bir tabirdir zira topraklarımız dışında yaşayan,
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmayan çok sayıda Türk soylu insan mevcuttur; bir
Ermeni vatandaşımızın da
Ermenistan devleti açısından “Ermeni soylu yabancı” olması gibi.
Türklük etnik bir tanımlamadır, dolayısıyla “Türk soylu yabancı” ifadesi doğrudur ama doğru olmayan, saçma olan bizim Anayasa’nın 66. maddesinde vatandaşın sıfatının Türk olarak tanımlanmış olmasıdır.
Hal böyle iken,
Hükümet konuya ilişkin çıkardığı yönetmeliği Resmi Gazete’de yayınlayamamış ama uygulamaya sokmuştur, konuya ilişkin karar üreten Danıştay da Anayasa’nın 66. madde garipliğine değinememiştir.
Böyle saçma bir hukuksal-anayasal çerçevede yüksek yargı organları da, yetişme, eğitim kültürlerinin verdiği çarpıklıkla son senelerde hukuk kitaplarında “abide karar” olarak tanımlanabilecek bir karar üretememişlerdir, Özbilgin cinayetinde de türban yasağı nedenine balıklama atlayıp kısa vadede
komik olmuşlardır.
Yazıda daldan dala gitmiş gibi oldum ama konular aslında birbirine çok bağlı; önümüzdeki günlerde yüksek yargının neden bir Handyside (
AİHM, 1976) kararı üretemediğine, neden komplolara düştüğü ve içlerine balıklama atladığına, yurttaşlık konularını neden hukuksal bir çerçeveden göremediklerine ilişkin yazılar yazmak istiyorum.