Uludere’de yaşanan çatışmada
Genelkurmay’a göre 12,
PKK’ya göre ise 10 PKK’lı
militan öldürüldü, ölen çocukların hemen hepsi de yirmili yaşlarının başındaydı.
Bu ölümler bütün
bölgeyi ayağa kaldırdı.
İnsanlar, PKK’lı militanların cenazelerinden üçünü dağlarda arayıp, sınırın hemen öte yanında buldu.
Uludere’de yaşananlar her açıdan kuşkulu.
Murat
Karayılan, 25 Nisan’da
Fırat Haber Ajansı‘na verdiği bir demeçte, “
Çukurca ve Uludere’deki komutanlığın savaş kışkırtıcılığı durdurulmalıdır. Durdurulmazsa ne olur? Süreç bozulabilir ve kimse bunun için bir teminat veremez... Bu açıdan ben hem devlet ve hükümet yetkililerini uyarıyorum ve hem de tüm
demokrasi güçlerini duyarlı olmaya çağırıyorum.”
Karayılan’ın uyarısını ne yazık ki geç fark ettik, keşke daha önce fark edip biz de konunun üstüne gitseydik, belki bu faciayı durdurabilirdik.
Ama burada elbette PKK’ya sorulacak sorular var.
Karayılan, Uludere’deki komutanın “savaş kışkırtıcılığı” yaptığını olaydan çok önce söylüyor, peki niye o
genç PKK’lı çocukları “savaş kışkırtıcısı” dediğiniz
generalin olduğu bölgeye gönderiyorsunuz?
Genelkurmay onların “sızma” yaptığını, PKK ise bir operasyona
hedef olduğunu iddia ediyor.
Hangisi doğru olursa olsun, “kışkırtıcı” dediğiniz, “çatışma aradığını” söylediğiniz bir generalin hemen burnunun dibine on ya da on iki acemi çocuğu göndermenin askeri açıdan açıklaması ne?
Dağlıca’da ve diğer
karakol baskınlarında, baskının olacağını bile bile askerlerin öldürülmesine engel olmamıştı subaylar.
O zaman “niye engellemediniz” diye Genelkurmay’a sormuştuk.
Şimdi de aynı soruyu PKK’ya sormak gerek, “çatışmanın” olacağını bile bile niye on gerillanızı koruyamadınız?
Niye onları ölümün üstüne gönderdiniz?
Dünyanın en yeteneksiz komutanları Türklerle
Kürtler arasından mı çıkıyor?
Nasıl oluyor da iki taraf da “çatışmanın” çıkacağını bildikleri halde gençlerini korumakta böylesine aciz kalıyor?
PKK’nın en üst komutanının “özelikle dikkat çektiği” bölgeye o acemi çocukları göndermenin ne anlamı var?
Bu, Uludere faciasının PKK yanı.
Bir de Türk tarafı var.
Orası da soru işaretleriyle dolu.
Türk tarafındaki tuhaflıkları da bugün Emre
Uslu’nun yazısında okuyacaksınız.
Doğrusu ya,
Kastamonu saldırısını önceden bildiğinden beri Uslu’nun yazılarını daha dikkatli bir gözle takip ediyorum.
Uslu, bölge komutanı olan generalin uygulamalarındaki “kışkırtıcılığa” dikkat çekiyor.
Öldürülen PKK’lı çocukların üstünde bulunan teçhizat askerler tarafından toplanmış, askerler cenazelere ulaşmışlar.
Ama valinin emrine rağmen oradaki general bu cenazelerin bir kısmının açık alanda bırakılması için emir vermiş, ısrarlara rağmen emrini değiştirmemiş.
O cenazelerin açıkta bırakılması, ölülerin ailelerine teslim edilmemesi bölge halkını belki de her şeyden fazla öfkelendirdi.
Bin kişi o cenazeleri almaya gitti.
Generalin o bin kişiyi tutuklamaya kalktığını ve vali tarafından durdurulduğunu da belirtiyor Uslu.
Hasip
Kaplan ve
Gülten Kışanak ise o bin kişiye ateş açıldığını söylüyor, mermiler insanların kafalarının üstünden geçmiş.
Uslu, bu generalin olaydan bir hafta önce, kimseye haber vermeden gizlice
Kuzey Irak’a gittiğini de öğrenmiş.
Bunlar askeriyede yaşanan gariplikler, bir de Silopi’de öldürülen genç polisle ilgili soru işaretlerine dikkat çekiyor Uslu.
Polise saldırı olacağı önceden haber alınıyor ve bu haberin alındığı gün Polisevi’nin damındaki nişancılar geri çekiliyor, iki acemi polis devriyeye çıkarılıyor, bunlardan sadece birine
silah veriliyor ve çocuklar saldırıda öldürülüyor.
Gerek Kürtler, gerekse Türkler otuz yıl boyunca süren bu savaşın “içine” bakmadı, neler olduğunu sorgulamadı.
Bizim
gazete sorguladığı için hem ordunun, hem PKK’nın nefretini kazandı.
Şimdi bu çocukların ölümüne, yaşanan garipliklere bakarak ben şuna inanıyorum, eğer iki tarafın insanları da bu savaşa biraz daha yakından baksaydı, bu savaş otuz yıl sürmez, bu kadar çocuk ölmezdi.
Hiç unutmayın, ölen binlerce çocuk, biraz da sizin bu aldırmazlığınızın kurbanı.