"Birlikte Yaşamak: 21. Yüzyıl
Avrupası'nda Çeşitlilik ve Özgürlüğü Birleştirmek."
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nce kurulan
Akil Adamlar Komitesi'nin, Avrupa'da başını alıp giden
yabancı düşmanlığı ve
İslam karşıtlığına karşı ne yapılması gerektiği konusunda hazırladığı
raporun başlığı böyle. Rapor, hükümetlere
azınlık ve yabancı nüfuslara tek bir kültürü dayatan yasalar çıkarmamalarını; insanları
inanç, kültür ve kimliklerini reddetmeye zorlamamalarını; ne İslam'ın ne de başka bir dinin Avrupa değerleriyle uyumsuz olduğu iddiası öne sürülmemesini talep ediyor... "Yasalar zorlayıcı ve
yasakçı değil, ikna edici ve diyaloğa
teşvik edici olmalı" diyor...
Doğrusu güzel temenniler, güzel öneriler... Ama Avrupa değerlerinin yeniden tesisi böyle güzel temennilerle sağlanabilseydi, çoktan sağlanırdı diye düşünüyor insan.
Bana daha çok şu anda Avrupa,
yaşaması gereken bir süreci yaşıyor gibi geliyor. Hem de bu sürecin en sancılı bölümlerinden birini... Ve yaşadıkları şey, bizim 1990'lı yılların başından bu yana yaşadığımıza çok benziyor.
Eski Kıt'ada bugün göçmenlerle
yerli halkın çatışma noktalarına baktığımızda, Avrupalı Müslümanlar'ın son yıllarda içinde yaşadıkları
toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle "kimlik siyaseti" güttüklerini görüyoruz. İşte Avrupalı tıpkı bizim "laikçi elitler" gibi, bunu içine sindiremiyor. İstiyor ki, kıtasına "kabul ettiği" bu yabancılar 60'lı yıllarda olduğu gibi "görünmez" olsun. Kamusal alanın havasını, rengini, kokusunu etkilemeden, varlığını kimsenin burnuna sokmadan öyle sessizce yaşasın. Onu ülkesine kabul edenlerin "iyi niyetini ve lütfunu istismar etmeden" haddini bilerek yaşasın.
Ama bugünün Avrupalı Müslüman'ı 60'ların ezik göçmeni değil. O artık, kendi geçmişini, kültürünü inkâr etmek zorunda kalmadan, "kendi" olmaktan vazgeçmeden o ülkede yaşamaya devam etmek istiyor. Hatta
Nilüfer Göle'nin "İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa" adlı kitabında vurguladığı gibi, bugünün göçmeni farklılığını göstermekten keyif alıyor. Müslümanlığını daha çok görünür kılmaya çalışıyor. Burka ya da minare tartışması tam da bu görünürlük-görünmezlik tartışması değil mi?
Bizde de çatışma bu görünürlük meselesinden kaynaklanmamış mıydı?
Geniş
dindar kesimler kamusal alana çıktıklarında kendilerini "laikçi" kesimlerin kabul edebileceği ölçülere uydurmayı reddettiklerinde; bizi olduğumuz gibi kabul etmek zorundasınız diye direttiklerinde kopmamış mıydı
kıyamet?
Bu çatışma yaşanmasaydı, farklı kimlikler inkâr edilmez biçimde karşı karşıya gelmeseydi, anlama ve kabul sürecine geçilmesi de imkânsızlaşırdı.
Biz, bugünlere gelebildikse, bu çatışmalar yaşandığı için gelebildik.
Bugün Avrupa'da olacak olan da aynısıdır.
Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Avrupalı da, karşısına dikilen bu kimliğe karşı "Avrupa değerleri" yerine "Avrupalı kimliği"ne sarılmak zorunda belki... Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali
iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma,
anlaşma ihtimali de vardır.
Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacak.
Ben Ayşe Kadıoğlu'nun Neşe Düzel'le yaptığı söyleşide ifade ettiği şu görüşe katılmıyorum: "Aslında sorun, kültürler farklı olduğu için çıkmıyor. Sorun, kültür farklılıkları, hükümetler tarafından iyi yönetilmediği için çıkıyor."
Yaşanan çatışmayı hükümetlerin iyi yönetememesinden kaynaklanan bir çatışma olarak görmek, meseleyi küçümsemek olur.
Kimlikler arasında yaşanan bu bölünmenin fay hattı toplumların derinliklerinde yatıyor. "Çeşitlilik ve özgürlüğü birleştirmek" dediğimiz şey de esas olarak orada çözülecek.