Tabii ki her farklı coğrafya ve her farklı
ülke toplumsal farklılıkları da yansıtır. Akdeniz'de "Kırmızı" coşkuyu ifade eder, İskandinav ülkelerinde ise coşkunun rengi "Mavi" dir.
Uzun ve
soğuk kışların
egemen olduğu ülkelerde "
Güneş" gücün ve
iktidarın simgesidir. Hükümdarlar kendilerinin "Güneş
kral" diye anılmalarını isterler.
Ortadoğu sıcağında ise güneş öldürücüdür.
Ortadoğu hükümdarları kendilerinin "Allah'ın gölgesi" olarak görülmelerini isterler.
Aynı kelime bile bazen farklı toplumlarda değişik anlamları ifade etmenin sözcüsü olabilir.
Örneğin Arapçada "Fısk" ahlakça kötü veya din açısından günah olan şeyleri adet edinme anlamına gelir.
Buna karşı Türkçede "Fıskiye"
havuz ortasındaki bir lüleden suyu havaya fışkırtan ve serinlik veren hoş görüntülü bir aygıttır.
Siyaset ve
ölüm
Arapçada "Siyaset" devlet işlerini yürütme
düzenleme sanatı anlamına gelir.
Osmanlıca'da ise "Siyaset Meydanı" veya "Siyaset-gâh" idamların
infaz edildiği mekândır.
Kamu güvenliğini veya düzenini ihlalden idam kararı verilmesine de "Siyaseten katl" denilir.
Aslında böyle binlerce örnek verilebilir kavramların farklı ele alınmasından... "Demokrasi" de böyle bir değişken kavram değil midir?
Sovyet modelini benimsemiş eski Demirperde ülkeleri birer "Halk Demokrasisi"ydiler.
İran'da da iktidar
seçimle belirleniyor ama "Ayetullah"ların iktidar kaynağı dinden geliyor.
Seçim sonuçları sadece dünyevi iktidarı belirliyor. Uhrevi iktidar ise dünyevi iktidarın işine son verebiliyor.
Teokratik
demokrasi
Bu ikili rejime de "Teokratik demokrasi" deniliyor.
Neticede
Vatikan Devleti'nin Başkanı olan Papa da kardinallerin verdiği oylarla seçiliyor. Ama Papa'nın icraatının nihai denetimini Tanrı yapıyor.
Yani Vatikan'daki rejim de "Teokratik demokrasi" ye bir örnektir.
Yahut ABD de,
Libya da birer "
Cumhuriyet" tir.
Siz Obama'nın muhaliflerinin üzerine Bin Ladin'i öldüren Seal komandolarını salacağını düşünebilir misiniz?
Demek ki
Amerikan türü cumhuriyette cumhurbaşkanları silahlı kuvvetlerini sadece
yabancı cumhuriyetlerin topraklarında, dış düşmanlara karşı kullanabiliyor. Libya türünde veya
Saddam Irak'ındaki cumhuriyet modelinde ise, silahlı kuvvetler kendi cumhurunu yola getirmekte kullanılabiliyor.
Acaba ne istiyoruz?
Bütün bu kavram kargaşalarına kapılmadan toplumların
yönetim modeli olarak neyi istediklerini somut biçimde belirlemeleri kolay değil.
Her coğrafya üzerinde yaşayanların genlerine farklı bilgiler ve değerler yerleştirir.
"Magna Carta Libertatum"u (Büyük
Özgürlükler Sözleşmesi) kabul eden 13'üncü yüzyıl
İngiltere Kralı Yurtsuz Jan kendi iktidarını, şu taahhüdü ile sınırlamayı kabullenmiştir:
"Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke
kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek,
sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır."
Sınıflar ve krallar
Kral bu fermanı açıklarken 1215 İngiltere'sinin toplumsal katmanlarını hesaba almakta ve "Baronlar"a, "Rahipler"e, "Çiftçiler"e, "Tüccarlar"a, "Özgür köylüler"e karşı söz vermektedir.
Yani artık Kral, ülkeyi yasalara uygun olarak yönetmek zorundaydı. Eğer yasalara uymazsa
halkın krala karşı zor kullanma hakkı doğacaktı.
Bizim coğrafyamızda ise aynı dönemin hükümdarlarının fermanları "Ben ve kullarım" diye başlar. Ne yaşama hakkı, ne de mülkiyet hakkı söz konusu edilir. Hukuk hükümdarın iradesi,
adalet ise sadece bir beklentidir.
Kısacası devlet karşısında bireyin karınca gibi kaldığı bir gelenekten, kökeninde Magna Carta'nın da bulunduğu çağdaş "Liberal Demokrasi" ye geçiş süreci, bu coğrafyada çok kolay olmayabilir.
Mısır'ı, Libya'yı, Suriye'yi izlerken bu gerçeği unutmayalım.