Diyelim on-onbeş dakika önce tanıştığınız biriyle konuşuyorsunuz ve birbirinizi tanıma safhasındasınız. O kişi, söz arasında kendisinin
Yahudi olduğunu söylese, ağzınızdan çıkan ilk söz "Estağfurullah, o nasıl söz!" mü olur?
Bu olay gerçektir, yaşanmıştır. Şahitli isbatlı hadise.
Vaktiyle
Sünniler arasında konuşulurken bir Alevî'den bahsetmek icab ettiğinde, etrafta kimse var mı diye kısa bir kolaçandan sonra kısık bir sesle "Afedersiniz, Alevî galiba" denildiğine şahsen çok şahit olmuşumdur. Buradaki "Afedersiniz" sözünün nezaketten çok başka bir mânâ ifade ettiğini belirtmeliyim; "Şimdi ağzımdan kötü bir kelime çıkacak, onun için sizden peşinen af diliyorum" mânâsında bir ikazdır bu "Afedersiniz Alevî".
Çocukluğumun en
tatlı zamanlarından bir kısmı, şehrin kenarından akan bir derede "Elmas avcılığı" yaptığımız o büyüleyici kaçamaklarda geçmiştir. Kaçamak diyorum, çünkü büyüklerimiz, içine bolca çöp boca edilen o derenin kenarına bile gitmemize kesinlikle rıza göstermemekte haklıydılar. Dere
temiz sayılmazdı, hatta ne kadar mikroplu ve sağlıksız olduğunu gözümüzle görüyorduk ama yine de câzip geliyordu bize. İçinde farklı
renk ve büyüklükte çakıl taşları vardı ve biz pantolonlarımızı dize kadar sıvayıp çıplak ayakla orada renkli taş aramaya bayılırdık. Sonradan biz büyüdük, dere daha kirlendi ve yakın zamanlarda betondan bir
boru içine alınıp gözlerden nihân oldu. Yeri gelmişken söyleyim; yaşadığı şehrin içinden geçen akarsuyu önce pisletip sonra üstünü kapatmayı
medeniyet adına utanç saymalıyız.
Türk toplumunun, tarih içinde çok renkli bir farklılıklar koleksiyonu barındırmasına rağmen,
Alevi'den bahsederken, "Afedersin" demek ihtiyacı duyulmasını işte bu dereye benzetiyorum. Çok renkliliği ve şüphesiz çok daha heyecanlı ve zevkli bir toplumsal hayattan, tekil, kuru, tek renkli ve yeknesak bir durağanlığa geçivermişiz.
Halbuki büyüklerimiz
Ermeni komşularından bahsederken nasıl da tabii duruyorlar, gözlerinin içi sevgi ışığı ile aydınlanıyordu. Daha ötede
Rumlar, Yahudiler vardı ve İstanbul'un eski günlerini anlatan kitaplar okudukça, onların en az bizimkiler kadar İstanbullu olduklarını hayretle fark ediyor, şaşırıyorduk.
"Öteki" meselesini algılamamızı sağlayan çok basit ve kolay bir
test var. Şöyle: Aşağıdaki kelimelerden hangisi, sizi nitelemek için kullanılsa incinir, irkilir veya bunu
hakaret kabul edersiniz? Sıralıyorum: Yahudi, Kızılbaş, Rum, Ermeni,
Süryani, Çingene vb... Hayretle fark edeceksiniz ki bu kelimeler, güzel Türkçemizde değilse de yaşayan dilin içinde birer hakaret sıfatı haline gelmiştir ve "ötekileştirmek" budur.
Bize benzemeyen, çoğumuz gibi
Müslüman-Sünni-Türk olmayan birini nasıl ötekileştirdiğimiz, ona nasıl uzaydan gelmiş biri gibi davrandığımızın sebeplerini bilmemiz lâzım; sebebi bilirsek sonucu değiştirmek için şansımız olur.
Gazeteci-yazar Erkam
Tufan Aytav, çok güzel bir projeyi hayata geçirerek 8 kişiyle
röportaj yapmış ve onlara ilk önce şu soruyu yöneltmiş: "Türkiye'de .... olmak nasıl bir şeydir?"
Nokta noktalı yerleri Yahudi, Rum, başörtülü, Süryani, Ermeni,
Kürt, Çingene, Alevi gibi sıfatlarla doldurduğumuzda sualin anlamı da ortaya çıkıyor. Aynı soruyu, "Türkiye'de Türk-Müslüman-Sünni olmak nasıl bir şeydir?" diye formüle ettiğinizde sual anlamsızlaşıyor çünkü "genel"e dairdir.
Kitabın adı, "Türkiye'de Öteki Olmak", Mavi
Ufuk Yayınları tarafından geçtiğimiz ay içinde neşredildi. 223 sayfa.
Tufan Aytav, klasik sorusunu, mesleğinde iyi
kariyer yapmış, toplumda tanınan ve eğitimli kişilere soruyor; ilk başta bu seçimin anlamlı olamayabileceğini düşünüyorsunuz, çünkü konuşulan kişiler o çok bilinen tâbirle "sade vatandaş" değiller fakat içinde yaşadıkları hâlin çelişkilerini anlamak, anlatmak ve tahlil edebilmek bakımından "yeterli kişiler"; bu açıdan cevaplar daha anlam ve derinlik kazanıyor.
Yahudi olmak meselesini Yeditepe Üniversitesi
öğretim üyelerinden Mario Levi ile, Rum olmak konusunu
Işık Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Yorgo Stefanopulos'la, başörtülü olmayı gazeteci-yazar Hilal Kaplan'la, Ermeni olmanın anlamını
Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Arus Yamul'la, Süryaniliği
işadamı Zeki Basatemir'le, Kürt olmayı gazeteci-yazar Altan Tan'la, Alevi olmayı tarihçi, yazar ve milletvekili
Reha Çamuroğlu ile, Çingene olmayı ise
Piri Reis Üniversitesi'nde
halk dansları hocalığı yapan Aydın Elbasan'la konuşan Aytav, bu röportaj kitabı ile çok daha farklı ve önemli bir şey yapmış. Okurken aynı sorunun size sorulduğunu farz ediyor ve kendi cevabınızı arıyorsunuz. Bulabildiğiniz cevaplar iç burkucu, yaralayıcı duygular... Kendi içimize tuttuğumuz bir ayna haline geliyor kitap bir süre sonra. Fark ediyorsunuz ki, aramızda yaşayan ötekileri inciten, üzen, rencide eden davranışlar ve önyargılar aslında hiç de
yabancısı olmadığımız fikirlerdir; biz bu davranışları, içimizde sanki tabii bir şeymiş gibi barındırdığımız için suçluyuz bir yerde.
Kitabın
hedef kitlesi, ötekiler değildir, genel çoğunluktur, bizleriz; Rum olduğunu söyleyen birine, farkında bile olmadan alışkanlıkla, "Estağfurullah, niçin Rum olasınız ki" demeye getiren önyargılarımızdır.
Biz böyle değildik, sonradan olduk. Aytav'ın kitabı, niçin böyle olduğumuzu anlatıyor.
Sultan Abdülaziz'i deviren
"
Ergenekon" çetesi
Aylardan beri kamuoyu
darbe heveskârı paşalarla meşgul. Ergenekon ve
Balyoz darbe planları hakkında açılan davalar neredeyse toplumu ikiye bölecek raddelere geldi. Bu hâli gören yabancı bir gözlemci, Türkiye'de bazı paşaların hiç darbe işlerine bulaşmamış olduğunu zannedebilir. Oysaki yakın tarihimiz, bir bakıma başarıya ulaşmış veya hevesi yarım kalmış
darbeci paşaların hikâyeleriyle doludur.
Tarih araştırmacısı değerli dostum Can Alpgüvenç, geçenlerde çok dikkat
çekici bir kitap yayımladı; "Sultan Abdülaziz Han ve Darbeci Paşalar" isimli eser, (
Kaynak Yayınları, 224 s.)
modern Türk tarihinin ilk darbesini ve darbeci paşalarını enine boyuna araştırıp gözler önüne seriyor ve gösteriyor ki 1876 Mayıs'ında Sultan Abdülaziz'in hal'i ile sonuçlanan askerî darbe, sonraki darbe teşebbüslerinin anası durumundadır ve günümüzdeki darbelerle pek çok ortak özellikler taşımaktadır.
Tatlı bir dille,
roman sürükleyiciliğinde kaleme alınan kitap, dönemin en güvenilir kaynaklarından yararlanıyor. Bugünü anlamak için dünü bilmenin gerekli olduğuna inananların kaçırmaması gereken bu güzel eseri de okuyucularıma
tavsiye ediyorum.