Geçen hafta, "Dondurmam kaymaktan sosyetik çubukluya" başlığıyla
Türkiye dondurma pazarını ve Algida'nın yeni sezona ilişkin görüşlerini paylaştığım yazıma okurumuz Turgay Atakan ve
Golf'ün halkla ilişkiler ajansı MPR'den
cevap geldi. MPR'den Meral Saçkan imzasıyla gelen yazıda, "Algida zaten liderim demeden pazarlama bütçesini yüzde 30 artırıyor ve pazara asılıyorken diğer
markalar ne yapıyor?" soruma şöyle cevap veriliyor: "
Ülker Golf, 2003 yılında Nestle Schöller'e ait Bursa'daki fabrikayı alarak dondurma pazarına girdi. Kapasite yıllık 10 milyon litreden 100 milyon litreye çıkarıldı. Bugün Ülker Golf şemsiyesi
altında 50 marka ve 200
ürün çeşidi var, ürünler 100 bin noktada yer alan dolaplarda tüketiciyle buluşuyor. Golf, Türkiye dondurma pazarının yüzde 30'una sahip ve pazarın büyümesine çok önemli katkıda bulunurken
Ortadoğu,
Balkan ülkeleri ve
KKTC başta olmak üzere 12 ülkeye de ihracat yapıyor. Ayrıca Ülker Golf Türkiye Kalite Derneği (KalDer) tarafından yürütülen Türkiye Müşteri Memnuniyeti Endeksi (TMME) 2010 yılı
ölçüm sonuçlarına göre de müşteri memnuniyetinde en yüksek puanı alarak birinci oldu." Yani Golf rakiplerine, "Ben de buradayım, öyle rahat hareket etmek yok!" demeye getiriyordu.
Dondurma pazarını çok iyi bildiğini ya da Golf markasının sevdalısı olduğunu düşündüğüm okurumuzun "size katılmıyorum" diye başladığı mesajında ise yazımdaki söylemlerin nesine katılmadığını pek anlayamadım. Anlayamadığım bir şey daha Algida'nın pazar payı ile Golf'ünkünü topladığımızda Panda, Mado ve diğerlerini hesaba bile katmasak yüzde 100'ü geçen bir değere ulaşıyoruz ki, bu işte bir terslik var! Durum öyle gösteriyor ki önümüzdeki yaz tüm dondurma markaları işe öncekinden daha fazla asılacak. Varsın asılsınlar. Rekabet, tüketicinin işine yarar. Şimdiden tüm yarışmacılara başarılar diliyorum.
Kafasını kuma gömmek isteyenlere
Kuraldır; haberin etkisini ve beklentiyi artırmak için etkinliğin öncesinde, esnasında ve sonrasında
iletişim çalışması yapılır. Bu esnada da ilgi
çekici haberler medyaya dirhem dirhem
servis edilir. Ajans Press verilerine bakarsak geçen hafta
Nihat Doğan haberleriyle
tavan yapan
Survivor'da da durum aynen böyle gelişiyor.
15
Şubat-5
Nisan tarihleri arasında 50 günlük süreçte yapılan basın taramasına göre son hafta haber sayısında tavan yapan programda 75 adet Survivor genel haberleri, 69 adet Nihat Doğan'lı ve 47 adet de diğer yarışmacılar olmak üzere toplam 207 haber yapılmış. Magazin sayfalarının konukları olan güzel mankenlerle sanatçıları geride bırakan Nihat Doğan, sosyal medyanın da gözdesi olmuş. Sanatçının haberleri projeye reklam eşdeğeri açısından milyon dolarlık katma değer oluşturuyor. Bence sırf bunun için bile Acun Ilıcalı'yı, Doğan'ı projeye dahil ettiği için kutlamalı.
Haberler listesine baktığımızda geçen yılın oyuncularının da bir biçimiyle yer aldığını görüyoruz. Hülya Avşar'ın Survivor'ın listesinde neden yer aldığını anlamamakla beraber, bir süre sonra
Ali Taran ile birlikte Dominik sahillerinde yarışmacıların yeteneklerini değerlendirirken de görebiliriz. Öyle ya "Yok böyle bir dans" kadrosundan
Nouma ve Büyükuncu da orada. Bir de haberlere şimdilik sürekli olarak rahmetli Defne Joy Foster'ın eşi olarak geçen bir
genç adam var ki, bakalım sadece kendi adıyla anılmaya ne zaman başlanacak?
Ara sıra ben de popüler muhabbetlerin dışında kalmamak için Survivor'a takılıyorum. İzlerken de yarışmalarda şimdi hangisi, kim, nasıl derken
seçim yaklaşıyor, ülkemizin etrafında ateşten bir çember var, içeride ise
Ergenekon,
Balyoz esip kavuruyor gibi en ciddi
gündem konularımız bile aklımdan uçup gidiyor. Öneririm, aklınız bir şeye takıldı mı siz de kafanızı ekrana gömün ve bir doz Survivor alın!
Bir polis yazısı da benden
Yıl 1985. O yıl
İstanbul Polis Koleji yeni açılmıştı. Devlette çalışmayı isteyen delikanlılar Polis Kolejleri sınavlarına girmiş, İstanbul'u seçenler o zaman Etiler'deki polis okulunda derslere başlamışlardı. İstanbul'da aileleri olanlar çoğunluktaysa da Anadolu'dan gelenler hiç de az değildi. İstanbul'da yaşayanlarla Anadolu'dan gelenler kısa sürede kaynaştılar. Henüz 14 yaşındaydılar, katı bir disiplinle yönetilen yatılı bir okulda birbirlerinden
destek almaları gerektiğini biliyorlardı. Her cumartesi o günkü yeşil okul kıyafetleri içinde kalabalık bir grup kolejlinin evimizde konuk olduğunu hatırlarım.
Okul saati gelene kadar geçen muhabbetlerini, özlemlerini ve yaşamdan beklentilerini dinlerdim. 1985 İstanbul girişli olanlar
Ankara Polis Akademisi'nden
mezun oldukları 1993 yılına kadar dostluklarını sürdürdüler. Akademide hepsi
yabancı dil öğrenirken günün koşullarına göre de iyi bir eğitim aldılar. Şimdilerde Emniyet Teşkilatı'nın tek yıldızlı
emniyet müdürü statüsünde olan bu parlak gençler, iletişimleri devam etse de Türkiye'nin her yerine dağıldılar.
Nisan ayının ilk haftasında, Emniyet Teşkilatı'nın 166. kuruluş yılı kutlandı. Kim, bu durumla ne kadar ilgiliydi bilmem ama ben 1985-93 arası kutlamaların neredeyse hemen hepsine katıldım çünkü o yıllarda kardeşim de okulun öğrencilerinden biriydi. Artık memnuniyetle görüyorum ki kutlamalarda her geçen yıl sadece yoldan sirenlerini çalarak gelip geçen polis otolarının yerini halkla iletişim kuran, ona dokunan bir anlayış da yer alıyor.
Son dönemde medyayı bir kenara bıraksak bile çevremdekilerden
teşkilata ilişkin karmakarışık izlenimler alıyorum. Bir kısım yorum ise halkla iletişim içinde olan
yönetim kadrolarına ilişkin memnuniyet ifade eden sözler. Bütün bunlar son dönemde üstünde epey söz söylenen ve yıpratılan teşkilat için başarılı çabalar olarak görülebilir. Ancak profesyonel bir gözle baktığımda teşkilatın
toplum nezdindeki algısı için yapılması gereken daha pek çok şeyin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Şimdi yorumları bir yana bırakıp 26 yıl öncesine gidiyor ve o günün umut dolu genç delikanlılarını bir kez daha sevgiyle hatırlıyorum. Hepsine benden
selam olsun...
İstanbul, bir şirket olsaydı
En son rahmetli Recep
Yazıcıoğlu ile projelerinden söz etmiştik, daha doğrusu o anlatmış, ben de, "Bir vali özel sektördeki gibi nasıl düşünüyor?" diye hayret etmiştim. Belli ki o zamandan bu yana bir başka valiyi bu kadar uzun dinlememişim. Geçtiğimiz günlerde İstanbul
Valisi Hüseyin
Avni Mutlu, başkanlığını Ali Altınbaş'ın yaptığı
Alkent 2000 Eğitim Sosyal Yardım ve Dayanışma Derneği'nin konuğuydu.
Vali Mutlu, çevremizde olup biteni dünya dengeleri açısından devlet olarak dikkatli izlememizi,
iş dünyası açısından da ortaya fırsatları Avrasya'da yaptığımız hatayı yapmadan herkesten önce hızla değerlendirmemizi ama kuşatmacı bir yaklaşımda olmamamız gerektiğini söyledi. İstanbul'a aşkını
Necip Fazıl Kısakürek'in benim de çok sevdiğim, Canım İstanbul şiirinin "Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur." beytiyle dile getiren Mutlu, şehrimizin en büyük sorununun
trafik olduğunu söylüyor. Çözüm mü? Çalışılıyor...
Çok değil daha on yıl önc
e devlet konaklarının vali katına bile çıkmak düz vatandaş için hayalken bugün oturduğunuz siteye gelip sizinle kahvaltı eden İstanbul valisi, son yıllarda devletçilik anlayışının katı ve mesafeli tavrının değiştiğini de gösteriyor. Görüldüğü gibi "yönetişim" dediğiniz
model sadece özel sektörde olmuyormuş. Yaklaşım yönetişimse İstanbul'un yönetim kurulu başkanı vali Mutlu, icra kurulunun başında da belediye başkanı Topbaş bulunuyor diyebiliriz.