Yazıya 'Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le Endonezya'nın başkenti
Cakarta'dayım' türünden bir cümle ile girecektim aslında. TİM-
TUSKON-
MÜSİAD işbirliği ile düzenlenen iş gezisi sebebiyle Cumhurbaşkanlığı'nın resmi davetlisi olarak buradayım. Ancak size haber iletme şansım yok. Kâğıt üzerinde buradayız, ancak nasıl desem, aynı mekânda birbirimizin yüzüne hasret kaldık! En iyisi siz meraklana durun, ben konuyu baştan alayım.
Sayın Gül, çok isabetli bir karar ile yurtdışı gezilerine ilgili alanda çalışan akademisyenlerden bir grubu da davet ediyor. Hem bu akademik birikim gezinin verimliliğine yansıyor hem de bilim adamlarının bu vesile ile vizyonu genişliyor. Gül ile daha önce
Japonya ve S.
Arabistan gezilerine de katılmıştım.
Başbakan'ın Davos'taki tarihi çıkışını sembolize eden 'one minute' sözünün tam arefesine gelen Arabistan ziyaretinde, bir kafede 'Bu kahvenin parası Davos'ta ödendi!' diyerek içtiğimiz kahvenin parasını almamışlardı. Gazetemiz Zaman da bu anekdotu manşete taşımıştı. Zaman bunu yaparken haklıydı; çünkü vakti saati gelince kurulacak bir cümle bütün zamanlarn en etkili silahı ya da en büyük derde devası olabilir. O cümle 1,8 milyar nüfusa sahip
İslam âleminde fırtınalar kopardı, psikolojileri
tamir etti, yaraları sardı, Türkiye'nin
marka değeri oluverdi. CHP'nin geçen hafta ABD'de 'İsrail'e sadakat onurumuzdur' konulu lobicilik yaptığını hatırlamanız yeterli meramımı anlatabilmem için.
Şimdi Cumhurbaşkanımız ile bir kez daha aynı seferdeyiz. Bir büyük
uçak dolusu heyeti tek tek dolaşıp selamlarken, uzaktan imrenerek, gıpta ederek, gurur duyarak onu seyrediyordum. Ne kadar çok seviyor
halk onu. '
Allah da seviyor ki kullarına da sevdiriyor' diye düşündüm içimden. İnsanlar ona dua ederken, teşekkür ederek gözleri dokunsan ağlayacak bir samimiyetle dolu, dudakları kıpır kıpır. Biri 'iletmezsem vebal altında kalacağım, eşimin selamı var, annem de yanaklarınızdan öpüyor' dedi. Devletin başındaki bu kişi de adeta 'ailesinin yanında' rahatlığı içinde. Kimi işadamını doğrudan tanıyor, kimini sektöründen, kimin ailesinden, kimini simasından, kimini şehrinden. Siz benim yerimde olsanız yedi senede yurtdışına sadece 'kazara ve ittirmece' olarak bir kere çıkan, ülkesi krizden krize sürüklenirken adeta 'bana ne, maaşım da makamım da iyi' der gibi duyarsız davranan, duyarsız davranmak ne kelime, halkı ezmek üzere oligarşinin emrine giren
Ahmet Necdet Sezer ile bu görüntüyü karşılaştırmaz mısınız? Milleti için parmağını kıpırdatmadı ancak kırmızı ışıkta durdu, manavda
alışveriş yaptı, geyikleri ile
Ergenekon entelektüelleri tarafından yere göğe sığdırılamadı. Ömrün kırmızı ışıkta beklemekle geçse ne olur? Nerede neyi temsil ediyorlar!
Tarih ve talih onların yeşil ışığını zaten hiç yakmadı! Yine benzinleri bitti ancak yol alarak değil, bekleyerek! Kalkınma iman, itibar, güven, heyecan ve motivasyondur.
Gözlemlere devam edeceğim ancak konuya geleyim. Uçaktan indiğimizden bu yazıyı kaleme aldığım şu vakte dek Cumhurbaşkanı'nı göremiyoruz. Sayın Gül 'bir kısım' gazeteci ile sohbet etmiş, bizim haberimiz yok. Çözülen konuşma metni de ayrıca bize verilmedi. Sahi, gazeteciysem neden gazetecilerle sohbete çağrılmadık? Zaman yazarı sıfatıyla bu geziye katılmama rağmen toplantıya niçin çağrılmadım? Bu soruya maalesef tatmin edici bir
cevap alamadım.
Endonezya'da ben ve çevremdeki bir grup gazeteciye garip bir
akreditasyon uygulandı. Beni davet eden irade ile bu ayrımcılığı yapan irade farklı mı, anlamadım? Cumhurbaşkanı Gül'ün çevresinde neler oluyor? Cumhurbaşkanı'nın etrafına kim ya da kimler etten
duvar örüyor? En kötüsü de size haber geçemedim. Zaman okurlarının haber alma hakkını ihlal edenlere makul bir gerekçeleri olup olmadığı sorulacağı ümidi ile bu faslı kapatıyorum.
Ne diyelim! Başbakan Erdoğan'dan mülhem bir cümle aklıma düşüverdi: 'Benim için Cakarta bitmiştir. Bir daha da gelmem!'