Tarihî
Irak ziyaretinden dönerken, Baş
bakan Erdoğan'la gezinin perde arkası konuşulacaktı. İlklerin yaşandığı yoğun ve renkli gezinin kuşkusuz en önemli kısmı, uzunca bir süre
Türkiye'nin kırmızı çizgiler üzerinden baktığı
Erbil ziyaretiydi.
PKK'nın hâlâ üs olarak kullandığı Kandil'in sınırları içinde bulunduğu bölgeyle ilişkiler hep inişli çıkışlı oldu. Aslında 1990'ların başında bölgeyi uluslararası arenaya taşıyan en önemli katkıları Türkiye yapmıştı. Kimsenin isimlerini bilmediği günlerde,
Barzani ve
Talabani Türk kırmızı pasaportlarıyla dünyada dolaşmaya başladı.
Saddam kuzeydeki Peşmergelere saldırınca, can derdiyle sınırımızı geçen yarım milyon insana kucak açan yine Türkiye oldu. Benzer trajedinin yaşanmaması için Saddam'a getirilen 36'ncı paralel yasağını denetleyecek Çekiç Güç'ün ev sahibi de Türkiye'den başkası değildi. İlk günden itibaren bölgede, undan elektriğe tüm ihtiyaçlar Türkiye'den karşılandı.
Hayat kapıları Habur'du.
Ancak meseleye, Türkiye'nin içeride yaşadığı
Kürt sorununu da kuşatan bir vizyonun ve gerekirse bölgeyle Türkiye arasında 1926'da sekteye uğrayan yeni bir entegrasyonu öngören yaklaşımın eseri olan
Özal patentli politikalar, daha o hayatta iken statükoya toslamıştı. Özal'ın vefatından sonra ise içeride de çözüme yardımcı olacak bu
açılım, sınırların ötesine bakamayan,
küçük Türkiyeci politikacıların elinde yüke dönüştü.
Ankara, tarihî, kültürel, ticarî, askerî, diplomatik ve
lojistik açıdan kendine bağlı bir bölgeden adeta korkar hale geldi. Bu korku senaryosuna göre, Türkiye bölgeyi entegre edemeyecek; aksine orada kurulacak yapı, Türkiye'yi parçalayacaktı. Önceki yaklaşım tam tersine dönünce, dün kırmızı pasaport verilen liderler, bir anda tehdit unsuru oluverdi. Üst düzey temas koptu. Medyanın da desteğiyle bu insanlar, günaşırı yeni aşağılamalara muhatap olmaya başladı. Türkiye kendi eliyle kendini devre dışı bırakınca,
doğal olarak onlar da
Londra,
Brüksel,
Berlin ve Washington'a daha çok bakar hale geldi.
Türkiye'nin kendi vatandaşlarını tehdit görmesi saçmalığının bir bakıma dış yansıması olan kırmızı çizgiler, bu ortamda şekillendi.
Dışişleri tarafından, Genelkurmay'ın da katkısıyla 14
Ağustos 2002'de yayımlanan bir raporda, muhtemel
Irak savaşı değerlendiriliyor ve kırmızı çizgiler şöyle ifade ediliyordu: -
Bağımsız bir Kürt devletinin
Kuzey Irak'ta ilan edilmesi, - Musul ve
Kerkük'ün
Kürtlerin denetimine girmesi, - Kürtlerin bağımsızlaşmasına yol açacak adem-i merkeziyetçi yapıların ortaya çıkması, -
Türkmenlerin de Kürtler gibi Irak nüfusunun ana unsurlarından biri olarak görülmediği adem-i merkeziyetçi yapıların kurulması halinde Türkiye, ulusal çıkarlarının ve güvenliğinin tehlikeye düştüğünü var sayıp Irak'a müdahale edecekti.
Bu çerçevede Türkiye, Irak'ın bütünlüğü için Saddam'la ilişkileri koruyacak. Kuzeyde ise mümkün olduğunca Kürtleri sıkıştırıp Türkmenleri öne çıkaracaktı. Bu dönemde, Kürtlerin hayatını zorlaştırıp, onları Irak'la ticaretin gelirinden mahrum etmek için Habur'a alternatif kapı bile arandı. Ama öngörüsüz ve hayatın gerçeklerine aykırı bu politikalar işe yaramadı. TSK'ya bağlı
OYAK ve MHP'li müteahhitler dahil Türk şirketleri Erbil'de büyük işler yapmaya başladı. Irak
Savaşı dengeleri bir daha sarstı. Türkiye'nin 1
Mart tezkeresiyle savaşın dışında kalma çabasının da etkisiyle Kürtler, ABD'nin stratejik müttefiki haline geldi. Savaş sonrası da Bağdat'ta anahtar
oyuncu oldular. Irak anayasasında federal yapıyı kabul ettirdi; petrolden ciddi pay aldılar.
Yeni anayasa, kuzeydeki yapı için '
Kürdistan Bölgesel Yönetimi' derken, neredeyse A'dan Z'ye tüm ihtiyaçları Türkiye'den karşılanan bölgeye Türkiye'nin '
Kuzey Irak mı', 'Irak'ın kuzeyi mi', 'Bölgesel
yönetim mi' diyeceği tartışılıp durdu. Geçen 6-7 yılda nihayet 'Bölgesel Kürt Yönetimi' gibi bir formül bulundu. Birçok başka ülkeden sonra Erbil'e
konsolosluk açılabildi. Özel bir şirketle başlayan
havayolu ulaşımına, THY ancak bu ay katılacak.
AK Parti iktidarı, işte böyle bir mirası devraldı. Nitekim Erdoğan'ın, Erbil ziyaretini değerlendirirken yaptığı şu değerlendirme anlamlı: "İlk 2 yılımızda Irak denince, hep Türkmenler konuşulurdu. Gerilim istemediğimiz için biz de fazla zorlamadık. Sırf Türkmen odaklı politikadan tüm Irak'a bakan politikaya geçmek için çok sabrettik. Önce bürokratla, sonra özel temsilciyle, daha sonra bakanla adım attık. Artık zamanı geldiğini düşününce de Erbil'e geldik."
Dün Taraf'ın yayımladığı meşhur çuval olayının perde arkasını anlatan Wikileaks belgelerindeki, 'Türkler, Kerkük valisini vuracaktı' ifadesi, Erdoğan'ın 'çok sabrettik' derken neyi kastettiğini daha iyi anlatıyordu. Ancak bu sözü daha iyi anlayabilmek için Irak Savaşı gibi bir sınavın ortasındaki hükümete karşı
Ayışığı, Yakamoz gibi
darbe planları yapanlar; tezkere görüşmesi sürerken '
Asker rahatsız' manşeti attıranlar ve Kerkük valisine suikast planlayanlar arasında nasıl bir paralellik olduğu sorusuna
cevap bulmak gerekmez mi?