Brüksel'den bakınca Ergenekon


Türkiye tarihinde ilk kez darbecilerden hesap soran savcı Zekeriya Öz'ün, görünürde terfi ettirilerek, Ergenekon soruşturmasından el çektirildiği haberi patladığında AB'nin başkenti Brüksel'deydim. Görüştüğüm Türkiye ile ilgili politikacılar, bürokratlar ve uzmanlar, tabii, bunun ne anlama geldiğini yorumlayacak durumda değildiler. (Biri sadece şöyle dedi: "Eski HSYK'nın üç yılda yapamadığını, yeni HSYK üç ayda yaptı...") Doğrusu ben de onlara yardımcı olamadım. Ergenekon davası uygun bir şekilde üstü örtülerek kapatılacak mı (daha kötüsü Susurluk'a mı dönecek), yoksa Cumhurbaşkanı Gül'ün beklediği "ciddiyetle" devam mı edecek? Bilmiyorum. Ergenekon davasının Brüksel'de kafaları karıştırdığı muhakkak. Bunda kısmen Ergenekon davasının "muhalefeti susturmak için uydurulmuş bir dava" olduğu lobisinin etkisi var. Ama kafaları karıştıran, esas olarak, cezaya dönüşen uzunlukta tutukluluk süreleri, sanık haklarıyla ilgili kaygılar, tabii son olarak da soruşturmada "basılmamış kitap yasaklama" olayı. Davayla ilgili kaygılar Avrupa Parlamentosu'nun (AP) 9 Mart'ta kabul ettiği, Türkiye ile ilgili karara yansıdı. AB Komisyonu ise geçen gün yaptığı açıklamada Ergenekon davasını demokrasinin yerleşmesi bakımından bir fırsat olarak gördüğünü tekrarladı. Türkiye konusu Brüksel'de ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Brüksel'e gidiş nedenim, AP'deki (80 dolayında üyesi olan) "Türkiye Dostları Grubu"nun (TUSKON'un sponsorluğuyla) 30 Mart'ta düzenlediği "Klişeleri yıkmak ve Türkiye ile AB arasında köprüler kurmak" başlıklı paneldi. (Aynı gün, İslamofobik ve Türkofobik eğilimleriyle tanınan "Türkiye Değerlendirme Grubu"nun da bir toplantısı yapıldı.) Paneli Türkiye'nin kararlı dostu İsveçli muhafazakâr parlamenter Anna Maria Corazza Bildt yönetti. İlk konuşmayı yapan liberal İngiliz parlamenter Andrew Duff, Brüksel'deki Türkiye ile ilgili kafa karışıklığını da yansıtıyordu. Türkiye'nin "Kemalizm ile Siyasal İslam" arasında mücadeleye sahne olduğunu; bu mücadele sonucunda Türkiye'nin "daha liberal, daha demokrat, daha laik, daha Avrupalı" olup olmayacağının belirsizliğini koruduğunu ileri sürdü. Türkiye'nin mi Mısır'a esin kaynağı, yoksa tersinin mi geçerli olacağını bilmediğini dahi söyledi. Ben de yaptığım konuşmayla Türkiye'nin demokrasiyi yerleştirme yolunda ilerlediğini anlattım. Türkiye'nin AP'deki kararlı dostlarından bir diğeri liberal gruptan Graham Watson. Kendisiyle görüşme fırsatı bulduğum Watson, Türkiye-AB ilişkilerinde bugünkü olumsuz durumun esas olarak AB'deki ekonomik krizle, Güney Kıbrıs lobisinin gücüyle, popülist politikacıların genişlemeye karşı tepkileri sömürmesiyle açıklanabileceği kanısında. İlişkinin geleceğine dair hiç karamsar değil. Ekonomide düzelmenin başlayacağını, Sarkozy'nin gelecek yılki seçimi kazanamayacağını, 2016'ya geldiğimizde durumun çok farklı olabileceğini düşünüyor. Yine bir kararlı Türkiye dostu, liberal gruptan Alexander Graf Lambsdorff ile de sohbet ettim. Lambsdorff, Türkiye ile AB'nin kaderinin ortak olduğunu vurguladıktan sonra, şimdilerde iki tarafta da düş kırıklığı havasının hâkim olduğunu söyledi. Müzakerelerde açılabilir durumdaki 3 faslın kısa sürede açılmasının iyi bir şey olup olmadığından emin olmaması ilginç. Bu fasılların açılmasıyla sürecin durma noktasına gelebileceğinden endişeli. Watson gibi o da seçimlerden sonra Türkiye'nin hukuki yükümlülüklerini yerine getirerek, gümrük birliğine Güney Kıbrıs'ı da dâhil etmesinin müzakere sürecinin önünü açacağının üzerinde durdu. Lambsdorff'un Türkiye'nin dış politikası ile ilgili söyledikleri dikkate değerdi. Ankara'ya, Suriye'nin özgürleşmesine yardımcı olarak, bölgede oynadığı olumlu rolü ve imajı güçlendirmek için bir fırsat doğduğu kanısında. Brüksel'de üzülerek gördüm ki Türkiye ile ilgili olanlar arasında baş müzakereci Egemen Bağış'ın Avrupalılarla temaslarında sergilediği diplomatik olmayan, ders verir tarz belirli bir hoşnutsuzluk yaratmış.
<< Önceki Haber Brüksel'den bakınca Ergenekon Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER