TÜSİAD’ın yeni anayasaya yaklaşımının, çağdaş dünyada kabul görmüş ilkelerin
Türkiye’de yerleşmesine ve kurumsallaşmasına dayandığını vurgulaması...
TÜSİAD’ın, son çalışmayla aslında bir yeni anayasa ihtiyacına işaret ettiği ve yeni anayasanın birey odaklı,
sivil ve özgürlükçü olması ilkelerini talep ettiği ifade edilen açıklaması beni eskilere götürdü.
Kendimizi kendi ayak izimize düşmüş gibi hissettim...
***
Bundan sekiz yıl önce konularımız neredeyse gene aynı ama kimi aktörler farklıydı...
Örneğin, o dönem bu tarihlere denk düşen gazeteler
Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hilmi Özkök ve TÜSİAD Başkanı
Tuncay Özilhan’ın demeçlerine geniş yer vermişti.
Henüz işbaşına gelmiş olan hükümetin,
Irak konusunda ABD ile,
Kıbrıs konusunda ise AB ile arasını açması ve ne yapmak istediğini bilmeyen bir
iktidar görüntüsü vermesi, askeri bürokrasiyi de burjuvaziyi de harekete geçirmişti.
Gene aynı zaman diliminde AB tam üyeliği için yol haritasını oluşturan yeni “Katılım Ortaklık Belgesi” yayınlanmış, Türkiye açısından çok önemli olmasına rağmen medyada fazla ilgi görmemişti.
***
Yorumlarda ise
Genelkurmay Başkanı’nın konuşması
analiz ediliyor, TÜSİAD Başkanı da
saldırgan bir biçimde eleştiriliyordu.
Askeri bürokrasinin temsilcisi olan Genelkurmay Başkanı’nın mesajı ile burjuvazinin temsilcisi olan TÜSİAD Başkanı’nın demeçlerini okuyunca, aralarındaki önemli farkın “
AB süreci” olduğu göze çarpıyordu...
***
TÜSİAD Başkanı
Tuncay Özilhan da ABD ile ilişkilerimizin “onarılması güç bir noktaya” getirilmesinden şikâyetçiydi ancak şikâyeti orada kalmıyordu.
“Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğe sürüklenerek”, AB ile ilişkilerimizin “çıkmaza” sokulmasından da söz ediyordu.
Kıbrıs konusunun çözülmemesi ise özellikle askeri bürokrasinin tercihiydi.
Zaten Özilhan bu vurguyu şöyle yapıyordu:
“Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe sürükleyerek dünyanın geri kalanından da tecrit olmayı göze alırsanız önünüzde kalan seçenek nedir? Otoriter ve düşük gelirli bir
Ortadoğu ülkesi olmak mı?”
TÜSİAD Başkanı, gelinen noktada, yalnız siyasi istikrarı değil, “tüm
yönetim mekanizmasını” sorumlu tutuyordu...
Tuncay Özilhan, AB’ye tam üyelik sürecine de uzun uzun değiniyor, “2003 ilerleme raporuna” odaklanmamızı öneriyor, Kıbrıs’ta yarın bir gün
Annan Planı’nı arayacak hale gelebileceğimiz endişesini dile getiriyordu.
***
Ben de tam sekiz yıl önce bugün 29
Mart 2003’de soruyordum:
“Askeri bürokrasinin ABD’ye sahip çıkarken AB sürecine
soğuk bakmasının nedeni ise üzerinde fazla durulmayan yeni Katılım Ortaklık Belgesi’nin bir maddesinde saklı olabilir:
Milli
Güvenlik Kurulu’nun çalışma şeklini, AB ülkelerindeki pratik uygulamada olduğu gibi, askeri işler üzerinde sivil
kontrol olacak şekilde uyarlamak.”
***
Laf buraya gelince, belki biraz daha eskiye, 12 yıl öncesine geri dönmek lazım...
Çünkü oradaki gelişmeler çağın taleplerini çok net ifade eden bir kırılmayı içeriyordu...
NATO, ilk kez
egemen bir “ulus-devlet”e karşı savaş açmıştı...
Yugoslavya Devleti’nin Arnavut kökenli vatandaşlarına karşı uyguladığı şiddet politikaları sonucu, bir yıl içinde iki bin kişinin ölüp, dört yüz bin kişinin göçe zorlanması, Amerika’nın önderliğinde NATO’yu harekete geçirmiş, NATO,
Kosova halkını, Yugoslavya Devleti’ne karşı “şiddet” kullanarak korumaya girişmişti...
Sırp Ordusu ise olup biteni “tarihin yeni bir sayfası” olarak değerlendiriyordu...
***
Gerçekten de bir “egemen devletin kendi sınırları” içindeki vatandaşlarını “devlet terörüne” karşı korumaya yönelik bir NATO savaşı, bundan böyle şüphesiz herkes tarafından “tarihin yeni bir sayfası” olarak değerlendirilecekti...
Sanayi döneminde yerel burjuvazinin “
sermaye birikimi” yapmak için
icat eylediği, egemen ırka dayalı “ulus devlet”, AB örneğinde olduğu gibi onu yaratan burjuvazi tarafından bizzat boğulmaktaydı... Sermaye günümüzde artık ulusal sınırlara sığmayacak kadar büyüdüğü için, yerküreyi hedeflemekteydi...
“Yeni dönemi”, en açık ve en keskin bir şekilde “bir devletin sınırlarından daha yüksek değerler vardır” diyen eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel anlatmaktaydı...
***
12 yıllık bir parantezde geriye dönüp bakınca, Havel’in lafının hala buralarda içselleşmediği görülüyor...
O nedenle de anayasa tartışmaları özellikle “devlet-birey” ilişkileri açısından suçlamalarla, zigzaglarla sürüp duruyor.
Ama Afşin Elbistan’da hala göçük altından çıkarılamamış olan dokuz işçiyi ise hiç umursamıyoruz...
Hâlbuki “insan, devletten daha kutsaldır” noktasına gelmedikçe bu işin çözümü yok gibi...