Onu en iyi
Ortadoğu sokaklarında seyreden
taksicilerden dinlersiniz. Bakımsız, kırık dökük araçların efkârlı şoförlerinden. Türkiye'den olduğunuzu söylediğinizde bildikleri tek kelime olan 'hoş geldiniz'e her defasında bir
müzik eşlik eder. Taksinin torpido gözünden çıkarılan eski kasetler sizi selamlamak içindir. 'Ülkenizi tanıyorum' demek için.
Onun en eski şarkılarını o yolculuklarda dinledim ben. Hiç unutmam, bir
akşam üstü Erbil'den Şaklava'ya doğru gidiyoruz. Genç taksi şoförünün efkârı 'Sabuha' şarkısıyla teselli buluyor. Ben 'Sabuha'yı dinlemeyeli yıllar olmuş. Eski, toz içindeki kasetin üzerinde
Arapça harflerle yazılan 'İbrahim' adı bütün o insanların dünyasında bir şeye karşılık geliyordu. O karşılığın ne olduğunu çok düşündüm. Kazakistan'dan Fas'a o sesi özel kılan neydi? Asya'nın başkentlerinden Afrika'nın kuzeyine etkisi azalmayan o sihir?
Oysa etki ettiği ülkelerde güçlü erkek sesleri vardı. Büyük sanatçılar yetiştirmişlerdi. Ama o, sesiyle hepsini aşıyordu. Yürek kapılarını açan bir anahtar vardı hançeresinde.
Müzikal geleneği güçlü Arap dünyasında bile onca kabul görmesi sahiden açıklanmaya muhtaçtı. Çok düşündüm.
Muhammed Abdülvahab'ı, Abdel Halim Hafez'i, büyük Arap seslerini. Hepsi o yarışta geride kalıyordu. Ne yeni dönemin George Wassouf'u, ne Amir Diab. Bir kıyas yapılacaksa ancak Ümmü Gülsüm ile kıyaslanabilirdi. Mısır'ın dördüncü piramidi benzetmesiyle anılan Ümmü Gülsüm'ün sesindeki özelliği taşıyordu çünkü; ait olduğu coğrafyanın derinliğini yansıtan sesi, topraktı. Onun sesinin çağıltısında bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız bir samimiyet ve kök olduğu için belki de, kime ait olduğundan bağımsız olarak bir kimlik inşa etmişti. Müziğin bütün duyguları temize çıkaran gücüydü bu. Derrida değil miydi söyleyen "affa eşlik edecek bir müzik gerekli" diye. Müziğin tapınağında en olumsuz duygular bile temize çekilirdi. Adıyla yan yana gelen bütün olumsuzlukları unutturan sadece sesiydi. Çünkü o ses kendisine değil, bu ülkeye, bu toprağa aitti. O sese sahip çıkmak, bizden gitmemesini dua ile Allah'a duyurmak şu an o kadar gerekli ki. Ona bakınca sesini görmeyenlerin yüreklerinde eksilen hakikat bilgisini fark etmek ise ayrı bir hüzün.
O bilgiyi yeniden kazanmak için müziğe dönseler keşke. Müziğin arındıran gücüne sığınsalar.
Marquez söylüyordu "insan aşktan vazgeçerse yaşlanır" diye. İnsan müzikten vazgeçerse yaşlanır asıl!
Hayatından müziği çıkarmış insandan ben korkarım.
Şu an o sesin kendi toprağına tutunması için dua eden herkesin kalbinde aynı duygu var; o ses hayatımızdan gidecek olursa yalnız kalacağız.
Bir ülkede yaşamanın, bir kültürün içinde büyümenin aslında neleri var ettiğini görmek için biraz mesafe gerekiyor. Ülkenizden uzağa gittiğinizde tıpkı birer kutup yıldızı gibi parlayan bazı değerler size göz kırpar. Işığı oralara ulaşmıştır. Çok uzaktan Türkiye'ye bakıldığında fark edilen üç isimden biridir İbrahim
Tatlıses. Bu toprağın derinlerinden çıkmış bir ruh. Kürtlüğün, Araplığın, Türklüğün harmanında yoğrulmuş bir insan. Jasmin Levy ile yaptığı düeti dinlediğinizde genişleyen o coğrafyanın hepimize
yurt olduğunu bilmek bile bir teselli.
İbrahim Tatlıses'e bir 'ses' olarak bakmayı bilenlerle daha iyi konuşabileceğimi fark ediyorum son iki günde. Çünkü onun adı bu ülkeden ve bu ülkenin ruhundan ne anladığımızı gösteren bir turnusol gibi. Sahibinin yaşadığı hayat bile bu gerçeği değiştirmeyecek!