klimleme, bir mekânın, yapının hava temizliğini sağlama, nemini ve sıcaklığını ayarlama işlemi demek.
İklim Bayraktar isimli Oda TV muhabiri, bir anda böyle bir çağrışıma neden oldu. Zaten bütünüyle,
Ergenekon davası; vesayetten arınma ve muhtaç olduğumuz hava sirkülâsyonunun sağlanması adına, tahmin dahi edemeyeceğimiz bir ilerleme sağlıyor. Kim kimdir, kim gazeteci, kim tetikçidir, kim yazar, kim "kendisine yazdırılan"dır, ayan beyan görüyoruz, anlıyoruz.
Kütüphane dolusu kitap okunsa, binlerce konferans, panel düzenlense, "gazeteci"
İklim Bayraktar vakası, bize böylesine "medya-
siyaset tezgâhı" dersi veremezdi. Bir "gazeteci" bayan, eski
CHP Genel Başkanı
Baykal'ın Meclis'teki odasında tacize uğradığını söylüyor. Eşi, "CHP Genel Merkezi'ne git, anlat" diyor. Kılıçdaroğlu'na ve Gürsel Tekin'e anlatıyor. (O arada eski
YARSAV Başkanı
Eminağaoğlu ile dertleşiyor.) CHP liderine, kendisine yapılan tacizi bir kenara bırakıp, "Büyük
balık yakaladım, isterseniz kayda alırım." diyor. Ama Kılıçdaroğlu; "Siz nasıl gazetecisiniz, bu yaptığınız gazetecilik mi?" diyerek sözünü kesmiyor. Fikret Bila'ya dün verdiği cevaba göre, "biz partiyiz,
teknik yardım ekibi değiliz" diyor. "Tespit etmek istiyorsan, kendi imkânlarını kullan" diyor.
Baykal sitem ediyor: "O aşamada Kemal Bey'in bu görüşmeyi hemen kesip, ziyaretçisini hemen gönderip, beni araması gerekirdi. 'Böyle bir girişim var, böyle bir tuzak kuruluyor' diye dikkatimi çekmesi beklenirdi." diyor. Bu sitem Kılıçdaroğlu'na soruluyor. Cevap; "Sayın Baykal'ı meşgul etmek istemedim." oluyor...
Ortada
evet bir
komplo var. Ama Sayın Kılıçdaroğlu, hâlâ
AK Parti iktidarını nasıl mesul tutuyor, anlamak zor. Hadi İklim Bayraktar, Oda TV'ye yerleştirildi diyelim. CHP liderine yakışmayan söz ve tavırları, AK Parti mi hipnozluyor? Kılıçdaroğlu, tuzağa karşı çıkmıyor. Tuzağa çekilecek eski liderini aramıyor. "Efendim konu Baykal ile ilgili değil, AK Parti yöneticisiyle ilgiliydi" diye mazeret üretiyor. Yani AK Partili olunca, tuzak, komplo meşru mu oluyor? Bu mu siyaset? Bu mu siyasî ahlâk?
Soner Yalçın ile
Halk TV pazarlığı yapıp, ardından kamuoyunu yanıltmak için olan biteni "
basın özgürlüğüne
darbe" diye nitelemek mi dürüst siyasetçilik?
Basın özgürlüğü adına "
gürültü" çıkaran koroya da bir daha hatırlatalım. Üç-beş
arkadaş bu koroya şöyle böyle kısık sesle de olsa iştirak etti diye, kimse bize dönüp,"hoşgörünüze, diyaloğa ne oldu?" demeye kalkmasın. Hoşgörüden, diyalogdan asla vazgeçmeyiz. Ama bir de hak-hukuk meselesi var. İnsanımızın, ülkemizin, demokrasinin geleceğine sahip çıkma davası var. Mesleğimizi bir yerlerden aldıkları talimatla yapanlara, belli merkezlerin getirdiği belgeleri kesin doğruymuş gibi kitaplaştıranlara, darbecilere kol kanat gerenlere,
Ergenekon davasını sulandırmaya, bulandırmaya, saptırmaya çalışanlara, kimse kusura bakmasın, hoşgörü gösteremeyeceğiz. Onlara göstereceğim tek şey yargının adresidir...
Sonra bakın, profesyonel bir organizasyonla, iki gazeteci üzerinden, bütün Ergenekon davası berhava edilmek ve basın özgürlüğü deyip, AK Parti'ye vurulmak isteniyor. "
Ahmet Şık, darbe günlüklerini yayınlamasaydı,
Ergenekon soruşturması da olmayacaktı" zokasını yutan çok oldu ama Alper Görmüş, Taraf'ta, "Ahmet Şık, Darbe Günlükleri'ni, ancak dergide yayınlanınca gördü." diye yazıverdi. İşte Zaman'da
Etyen Mahçupyan, dün "Çorbada kıl var" diyor. Koroya iştirak edenleri başımıza kakanlar, Mahçupyan için ne diyor acaba?
Benim de midemi, Soner Yalçın'ın, tutuklanınca, "Biz bu bayrağı Abdi İpekçi'den, Uğur Mumcu'dan devraldık." demesi bulandırıyor. Çünkü İpekçi'nin yeğeni Leyla İpekçi, "Abdi İpekçi'nin katledilmesini, onun kökenine bağlayarak meşru gösterilmesine
hizmet eden Soner Yalçın, bayrağı hangi haysiyetiyle devralmış?" diye soruyor...
Nedim Şener de,
gözaltı sırasında, "Hrant için,
adalet için" diye bağırdı. Sanırım Dink ailesinin de vicdanı sızlamış, kafası karışmıştır...