İslâm'a yaklaşım ve onu değerlendirmede
Müslüman aydınlar ve hattâ ilim adamları tarafından da ciddî yanlışlar yapılmakta ve bunun neticesinde çok sayıda İslâm ortaya çıkmakta, hattâ tek bir İslâm'ın olmadığı iddia edilebilmekte ve sanki İslâm meseleler yumağıymış gibi bir
imaj ve
algı hâsıl olmaktadır.
Söz konusu yanlışların en önemlilerinden biri, İslâm'ı bir teori, bir malûmat ve inceleme malzemesi gibi görmek ve onu kendisinin oluşturmadığı şartlarda ve zeminde teorik
tartışma konusu yapmaktır. Dolayısıyla, onun kendine ait bazı hükümleri, sahip oldukları anlamları, muhtevaları, hikmetleri ve illetleriyle kavranamamakta,
itiraz ve tartışmalara konu edilmekte, neticede reddedilmekte veya alâkasız yorumlara tâbi tutulmakta, 14 asırdır bu hükümler üzerinde birleşen müctehidler, müfessirler, muhaddisler ve onları uygulayan otoriteler töhmet altına alınabilmektedir.
İslâm, bir teoriler mecmuası değildir; İslâm, pratiktir, aksiyondur, hayatın ta kendisidir. İslâm, tâbi değil, metbû makamındadır. Onun,
Fetih Sûresi'nde takdim buyrulduğu üzere, bir ağacın kendi çekirdeğinden çıkıp tedricen kendisi olarak kök salıp gövde çıkarması, dallanıp
çiçek ve
yaprak açması, nihayet kendi meyvelerini vermesi gibi kendisine has pratiği ve hayata hayat olma yolu vardır. O, çekirdekten meyveye kendi olarak büyürken kendi zeminini ve şartlarını da oluşturur. Dolayısıyla bu
ağaç, kendi olarak
büyümesinin hangi safhasında ise o ve önceki safhası veya safhalarının unsurlarıyla, ancak meyvelerini de verdiği zaman artık bütün unsurlarıyla ele alınır ve değerlendirilir. Yoksa büyüme sürecinin herhangi bir safhasında sonraki safhalardan ve ağacın bütününden teorik olarak bahsedilemez; bahsedilse, çok defa doğru neticelere varılamaz.
İslâm'ın teorisinin tam ve bu teorinin tarihte bütünüyle yaşanmış olması da, ondan ona ait olmayan zemin ve şartlar temelinde ve bütün unsurlarıyla bahsedilmesine gerekçe teşkil etmez. Kendine has zaman, mekân ve şartları olan ve kendi zemin ve şartlarını oluşturan herhangi bir pratik, daha farklı zaman, mekân ve şartlarda yanlışsız değerlendirilemez. Hattâ bir din, ideoloji veya sistemin farklı zemin ve şartlardaki pratiğinin bu her bir ayrı zemin ve şartta kavranıp değerlendirilmesi arasında bile farklar olacaktır. Meselâ, İslâm'da recm, el kesme ve kısas gibi hadlerin, kölelik, cariyelik gibi müesseselerin, kadınlarla alâkalı bazı farklı hükümlerin Peygamber
Efendimiz, Hulefâ-i Raşidîn, Emevîler-Abbasîler, Selçuklular-Osmanlılar zaman, zemin ve şartlarında, bunların bir defa daha geçerli olacağı zemin ve şartlar hâsıl olacaksa o zemin ve şartlarda ifade ettikleri ve edecekleri manâ, icra ettikleri ve edecekleri tesirler ve kavranılma tarzları, birbirlerinin tıpatıp aynısı olmayacaktır. Bunun yanı sıra âmm-hâs, mutlak-mukayyed, nâsih-mensûh gibi kaideler; kıyas, içtihad, mesalih-i mürsele, sedd-i zerâî gibi prensipler; âyetlerin ve hadislerin farklı zaman, zemin ve şartlara
bakan manâ katmanları ve mutlak hakikatlerin yine farklı zaman, zemin ve şartlara yansıyan izafîlikleri açısından İslâm'ın özellikle ikinci derecedeki ve içtihadî hükümlerinde değişiklikler olacak, bütün bu hususiyetler, İslâm'ın birinci derecedeki kat'î hükümlerini anlamları, muhtevaları, hikmetleri ve illetleriyle görüp, anlama ve değerlendirmeye de tesir edecektir. Dolayısıyla, bunlar ve benzeri kaide, müessese ve hükümlerin özellikle İslâm'a ait olmayan, İslâm
inanç,
ibadet, ahlâk ve muamelâtının, İslâm'ın insan, hayat ve dünya görüşünün oluşturmadığı günümüz zemin ve şartlarında ve bu aslî unsurların oluşturmadığı zihinler tarafından muhteva, manâ, hikmet ve illetleriyle tam olarak anlaşılamayacağı ve anlatılamayacağı açıktır.
Evet, bu açık gerçeklere rağmen İslâm'ı, onun özellikle bazı kaide, hüküm ve müesseselerini mevcut zemin ve şartlarda tartışma konusu yapmak, İslâm'a
hizmet değildir; gaflettir, işin içinde nefsaniyet varsa, nefsaniyetin derecesi nisbetinde ihanettir.