Hayır ilk akla gelenlerden söz etmiyorum...
Ne Mussolini ne
Hitler ne
Franco ne de diğerleri...
Bahsedeceğimiz diktatörler Batı sisteminin desteğiyle
Ortadoğu halklarının tepesine çöken, ülkelerinin üzerine kabus gibi oturan kimi otuz, kimi kırk yıllık diktatörlerdir. Şu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim; "Batı
demokrasiyi savunmuyor mu, demokrasiden yana değil mi, nasıl olur da Ortadoğu'nun diktatörleri Batı'nın adamları olurlar?"
Ortadoğu'nun şeriflerinin de, krallarının da, şeyhlerinin de, bütün diktatörlerinin Batı'yla bir bağlantısı olduğu bilinmektedir. Hatta o kadar ki, sömürge yönetimlerinin kadroları neredeyse işbaşındadır. Düşünün, Mübarek'e ABD'nin yaptırdıkları, Cezayir'de Fransa'nın etkisi, hatta Libya'da ağzını açtığında emperyalizmden bahseden
Kaddafi döneminde
İngiltere ve İtalya'nın etkisi nasıl görmezden gelinebilir. Buradaki "etki" kelimelerini "Batı'nın desteği" olarak okumak daha doğru olur.
Demokrasi kimin değeri?
Batı açısından ciddi bir ahlaki sorun olan bu durum, aslında meselenin bir başka yönüne işaret eder. Batılı ülkeler bütünüyle kendi dünya görüşlerine göre, takip ettikleri stratejilere göre kendi dışındaki ülkelerle ilişkilerini düzenlemektedirler. Onların petrol, doğalgaz gibi zenginlikler üzerinden ortaya çıkan milyarlarca dolarlık varlığa ilgileri demokrasi,
insan hakları gibi bütün beşeri değerlerin üzerindedir. Sadece zenginlik mi, şüphesiz hayır. Aynı zamanda stratejik hedefler
bölgelerin, denetimi ve dünya sistemindeki hegemonyansın sürdürülmesi de, bu tutumun temel kaynaklarını oluşturmaktadır.
Bugün Ortadoğu'da Batı, bütün diktatörlerini kaybetme "tehlikesiyle" karşı karşıyadır. Batı'nın diktatörleri zor durumdadırlar. Burada Batı için bir çıkmaz söz konusudur. ABD ve dünya sisteminin diğer ortakları bu diktatörlerin alternatifinin demokrasi olduğunu çok iyi bilirler. Ama onların daha iyi bildiği bir şey vardır, bu ülkelerde demokrasi işlerlik kazanırsa, bir diktatörü ikna ederek elde ettikleri çıkarları, demokrasi içerisinde kazanmak çok zor olacaktır.
Bunun içindir ki, Batı kamuoyunda adeta bir kolektif
kampanya düzeyinde, diktatörlerin alternatifinin El-Kaide'yi hatırlatan her an terörizme kayacak, "radikal İslamist hareketler" olduğu tartışmaları gündemde tutulmaktadır. Bu kampanyalara Türkiye'den katılanların sayısının az olmadığını görmek hiç şaşırtıcı değildir. Türkiye'de demokrasiden ve kendi halklarından endişe edenler bu kampanyanın baş "müşterileri" olmuşlardır.
Bu tür iddialara inananlar, birçok şeyin yanında Ortadoğu'daki modernleşme süreçlerini de görmezden gelirler.
Radikalizm mi?
Kısaca Ortadoğu'da yeni bir toplumsal durum söz konusudur. Ve bu yeniliğin yarattığı, yeni toplumsal hareketleri anlamazdan gelerek, yok sayarak, hâlâ Batı'nın eski gerekçeleriyle kendisine bağımlı militarist ya da benzeri otoriter rejimleri sürdürmeye yönelik arayışlarının hiçbir anlamı olmaz. Olamaz çünkü her şeyden önce bu ülkelerin varlıklarına, halklarına müdahale etmeye hakları yoktur. Gerekçeleri ne olursa olsun dün destekledikleri diktatörlerin yerine, ikame etmeye çalıştıklarının hiçbir meşruiyeti olmaz.
Ortadoğu'nun geleceği, yaklaşık yüz yıl sonra ilk defa kendi halklarının iradesi doğrultusunda şekillenme eğilimine girmiştir. Bu süreçte kolay aşılabilecek sorunlarla karşılaşılmayacağı bilinmelidir. Modernleşmenin en zor aşaması, bu bölge toplumları açısından şimdi başlamaktadır.
Ekonomik ve toplumsal modernleşme bir kere başladıktan sonra nispi olarak, ülkelerin kendi kaynaklarıyla büyük ölçüde organik gelişmeler olarak yaşanmakta olan süreçlerdir. Modernleşmenin siyasal boyutu ise diğer boyutlarından farklı bir biçimde,
ekonomik ve toplumsal alana dönük
iktidar ilişkilerini de içinde barındırdığı ve bilhassa doğrudan militarist devlet yapılarını kapsadığı için daha da sorunlu olması kaçınılmazdır.
Bugün Ortadoğu toplumları bu yola girmiştir. Ümit ederiz ödenecek bedel kazanacaklarının yanında çok düşük kalır.