Kahire‘de bir akşamüstü. Tımarhane benzeri bir
trafikte yol almaya çalışıyoruz. Ortalıkta trafik polisi de yok, trafik ışığı da...
Trafik iyice tıkandığında dilenciler dileniyor, çöpçüler avantalarını alıyor, işportacılar 25 Ocak
Devrimi’nin kartondan plakalarını ve
Tahrir Meydanı şehitlerinin
kalp şeklindeki toplu fotoğraflarını satıyorlar, üstünde ‘
Mısır bahçelerinde açan güller!’ yazan...
Camileriyle, üniversitesiyle ve Kahire’nin Kapalı Çarşısı olan Han Halil’iyle El Ezher’in bulunduğu eski Kahire’ye en nihayet ulaşıyoruz, biraz tarihten, biraz
İslam’dan, biraz Mısır kültüründen, biraz Osmanlı’dan esintileri hissetmek için...
Her
kahvenin önünde değnekçiler, neredeyse kolunuzdan tutup içeri çekecekler. Türk olduğumuzu anlayınca, suratlarına yayılan kocaman gülümsemeyle hep aynı şeyi tekrarlıyorlar:
Yeveş yeveş,
Hesen Şeş!
Bizim efsanevi futbolcumuz
Hasan Şaş,
Türkiye’nin Dünya Kupası’nda üçüncü olduğu 2002’den, hele Brezilya’ya attığı o müthiş golden beri buralarda tekerleme haline gelmiş...
Fişavi Kahvesi.
Tahta oymalı kapının üstünde 1710 yılı kazılmış. Mehmet Akif’in
sürgün yıllarında uğrayıp nargilesini fokurdattığı tarihi mekân...
Tespih satıcıları, entarili
seccade satıcıları,
yardım dilenenler, yanında kumrusu nargilesini keyifle fokurdatanlar, türbanlı türbansız kıkırdayan
genç kızlar...
Necip Mahfuz’un kahvesi.
Renkli resminin altındaki pirinç levhada, 1988
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi diye yazıyor. Yanına ilişiyorum, bir kare hatıra fotoğrafı...
Necip Mahfuz’un adını taşıyan kahve aynı zamanda
restoran. Çok tenha. Turistler gittiği için öyle. Kebaplar şöyle böyle ama Ummu Ali (Ali’nin anası) tatlısı çok leziz...
Kanun ve tefle fasıl.
Yan masada genç kızlarla oğlanlar yerlerinde duramıyor. Kanuncu da onları oynatmak için bütün hünerini kullanıyor, bir yandan da bana göz kırpıyor.
Necip Mahfuz’un Kahire Üçlüsü isimli romanını böyle bir mekânda ve özellikle Mısır’ın devrim günlerinde yeni bir yol ayrımına geldiği böyle bir dönemde anımsamadan olmaz.
Mısır, Doğu’yla Batı, İslam ve
modern...
New York Times’ta geçen gün Elif
Şafak bu konuya değinmişti.
Necip Mahfuz’un Kahire Üçlüsü’nü yazdığı aynı dönemde, İstanbul’da da Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın Doğu’yla Batı arasındaki Türkiye bağlamında, İslam’la Doğu’nun modern, demokratik ve laik bir rejimle nasıl bağdaşabileceğine dair kafa yorduğunu anlatmış ve yazısını şöyle bağlamıştı:
“Bu konu, eskiden olduğu gibi bugün de Mısır,
Tunus dahil bütün
Arap dünyası için çok önemli bir konu olmaya devam ediyor. Ama unutmayın, bu meseleyle ilgili olarak Türkiye’nin bugüne kadar vermiş olduğu birçok
yanıt vardır.”(*)
Arapların
demokrasiyi yapamayacaklarına ve İslam’la demokrasinin bağdaşamayacağına ilişkin ırkçı ve İslamafobik düşüncelerin Amerika’da, Avrupa’da veya İsrail’de ne kadar yaygın olduğu malum.
Bu düşüncelerdir bugüne kadar Arap dünyasında, Ortadoğu’da diktaların, otoriter rejimlerin bahane ve ideolojik dayanağını oluşturan...
Ama şimdi çöken bir şey var.
Korku duvarı yıkılıyor Arap dünyasında. Dipten gelen
özgürlük ve demokrasi dalgaları diktatörlükleri yıkmaya, sallamaya başladı.
Ahmet Altan’ın deyişiyle:
“Korkuyla acının bir dengesi vardır. Çekilen acı korkuyu aşacak boyutlara ulaştığında insanlar ölümün üstüne yürürler.”
Mısır’da çok sık
tanık oldum.
Bu süreçte Türkiye’nin adı çok geçiyor.
Tayyip Erdoğan çok popüler.
Ak Parti ‘
model’ olarak zikrediliyor.
Kahire’de çok sık kulağıma çalındı,
Amerikan ve
İngiliz basınında çok sık okudum aşağıdaki soruyu:
Türkiye’nin yaptığını yapabilirler mi?.