Trablus'ta, Muammer
Kaddafi'nin evinin önünde tek kişilik bir tiyatro seyrediyoruz.
Oyuncu kendisi. Diktatörlerin dünyasını kavramak için
öfke nöbetine tutulmuş şekilde söylediği şu sözleri diğerlerinden ayırmamız lâzım: "
Muammer Kaddafi, devrimin lideridir. İstifa edecek devlet başkanı değilim ben... Burası benim
ülkem. Muammer görevini terk edecek başkan değil. Muammer sonuna kadar devrimin lideri."
Arap dünyasında olanlar, tarihin bir daha geri döndürülemez biçimde bambaşka bir mecraya döküldüğünü gösteriyor. 20. yüzyılın büyük bölümüne Sovyet devrimi damgasını vurmuştu. 21. yüzyıl, öyle anlaşılıyor ki yanı başımızda peş peşe patlayan bu ayaklanmaların belirleyeceği bir istikamete doğru ilerleyecek.
Türkiye, bu kaynayan, ayaklanan ve geleceğini arayan ülkelerin fiilen tam merkezinde bir güven adası oluşturuyor. Türkiye'den yayılan pozitif enerji bu
halkların kabaran öfkesini teskin edecek. Onlar Türkiye'ye yönlerini dönerek durulacak ve istikrara kavuşacak. Detayların,
komplo teorilerinin arasında kaybolup anlamakta ve yorumlamakta zorlandığımız bu zorlu dönüşüme tam içinden, kitlelerin silip süpürdüğü statükonun tam merkezinden bakmak olan biteni anlamayı kolaylaştıracak. Bu statüko, aslında
diktatörlerin kısır ve gerçek dışı dünyası kadar basit bir temele dayanıyor. Tanrılık iddiasında bulunan zavallı ölümlülerin içi boş kibrinin ve bu kibrin çoğalttığı zulmün ve acımasızlığın dünyası bu. Kaddafi'nin yukarıdaki sözleri, bu içi kof kibrin dışavurumu olarak okununca, zavallı
Müslüman halkların yıllardır neler çektikleri ve bugün hangi cenderenin içinden çıkmaya çalıştıkları daha iyi anlaşılıyor.
'Burası benim ülkem' sözü, 'bu ülke bana ait, benim malım' anlamına geliyor. Sadece dağları, denizleri, çölleri ile değil, bu ülkede yaşayan 7 milyon insanla birlikte. Her şeyin maliki, mutlak bilgi ve hüküm sahibi ve can alan, can veren biri duruyor karşımızda. Bugünlerde Bingazi'de, Trablus'ta oluk oluk akan kanın gösterdiği gibi. Kendini tanrı mertebesine yükselten bu diktatörün öz benliği üzerinde dikkat
çekici bir vurgusu var. Adam kendinden bahsediyor. Kendi adını söylüyor. Üstelik tekrarlıyor. Adeta bizimle değil, kendisiyle konuşuyor. Kendi içindeki yüceliğe, üstünlüğe hitap ediyor. Diktatörlerin
hastalıklı dünyasını tanımak için bu sese
kulak vermemiz lâzım.
1969 yılında 27 yaşında
genç bir yüzbaşı iken ele geçirdiği
iktidarı, rakipsiz, denetimsiz ve kontrolsüz bir şekilde tam 42 yıl sürdürdü. Kimse onu eleştiremedi. Kimse ona itirazda bulunamadı. 42 yıl, mutlak bir iktidara sahip olmak, bir insanın hatasız, eksiksiz ve mükemmel olduğuna iman etmesi için gereğinden fazla uzun değil mi? Bu kadar mükemmel olmak, tek adam olmayı, tek adam olmak da yalnızlaşmayı getirir. Konuşan, deli gömleği giydirilip bir tımarhaneye tıkılması gereken biri. Mutlak iktidarın insanlıktan çıkartıp hasta ettiği bir diktatör: Bu mutlak iktidar sahibi yalnız adamın içindeki pespaye, sıradan
katil, yine o yüceler yücesi adama sesleniyor. Onu övüyor ve yüceltiyor. Halkını ise böcek gibi görüyor.
Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya Müslüman halkları ayaklandıran
özgürlük arayışı ülkeden ülkeye farklılıklar gösteriyor. Ama bir ortak payda var: Bütün ülkenin ve halkın sırf kendi üstün varlığına değer ve anlam kazandırmak için halk edildiğine inanan diktatörlerin, o dar, boğucu ve insan onurunu çürüten cenderesinden kurtulmak.
'Bu
isyan dalgası Türkiye'ye sıçrar mı?' sorusunu ciddi ciddi soranları rahatlatmamız lâzım. Kaddafi, ayaklananları 'ülkeyi İslâm devletine dönüştürmek isteyen çete üyeleri, sıçanlar ve paralı askerler' olarak niteliyor. Soralım: Bu sözün benzerini Türkiye'de kimler ediyordu? Ve bu lafın benzerini edenler şimdi neredeler? Ya bu sözün muhatapları? Kaddafi'yi biraz konuştursak, ayaklananların '
sivil dikta' peşinde olduğunu bile söyleyebilir. Akıl ve izan, göstericilere su sıkanlarla, kurşun ve
bomba yağdıranların
demokrasi ile diktatörlük kadar birbirine uzak olduğunu anlatmıyor mu?
İnsanın eşref-i mahlûkat olarak izzetinin, daha ötesi canının, malının, namusunun teminatını sadece demokrasiler veriyor.