Başbakan Erdoğan, Mısır'daki gelişmelere tepki vermekte gecikti mi, yoksa
erken mi davrandı?
Libya'daki gelişmeler karşısında, Erdoğan, Kaddafi'nin verdiği ödülü iade etmeli mi, etmemeli mi? Orta
doğu'da var olan yapıların çatırdayıp yeni bir düzen inşası için kapılar aralanırken, bu tür polemiklerle
vakit harcarken asıl soruyu atladığımızın farkında mıyız?
Tunus'ta 23 yıllık
Bin Ali ülkeyi terk ederken, bu devrimin
Ortadoğu genelinde bir domino etkisine yol açıp açmayacağını tartışmak normaldi. Zira daha önce de İran'da devrim olmuş, bunun yayılacağından korkulmuştu. Ama bu endişeler boş çıkmıştı.
Ancak Ortadoğu'daki mevcut düzenin belkemiklerinden biri olan Mısır'da 31 yıllık Mübarek'in devrilmesinden sonra bu soru anlamını yitirdi. İster işsiz bir gencin kendini yakması, ister Wikileaks'in Bin Ali ailesinin kokuşmuş yüzünü deşifre etmesine bağlayalım, Tunus'ta başlayan devrimin bütün
bölgeyi etkileyeceğine artık kuşku yok.
Bugün Libya'yı, Bahreyn'i ve Yemen'i konuşuyoruz. Yarın diğerlerini konuşacağız. Binlerce kilometre ötedeki Çin rejiminin, korkusundan internette Yasemin
Devrimi ve Mısır'ı çağrıştıran kelimeleri bloke ettiğine bakılırsa, bölgemizdeki her ülkenin bu süreçten nasibini alacağına kuşku yok.
Çok değil, bundan 100 yıl kadar önce, bugünkü devrimlerin yaşandığı topraklar, İstanbul'da okuyan çocukların dünyayı tanımak için kullandığı haritalarda ülke sınırları içinde yer alıyordu. Bugün yıkılmakta olan çoğu suni yapılar, en başta Cezayirli düşünür Malik bin Nebi'nin dediği gibi iç zafiyetlerimiz nedeniyle sömürülmeye müsait hale gelişimiz; güçlenen Batı'nın uzun soluklu Doğu politikası; İttihatçıların yanlış teşhisleri ve birçok başka nedenlerle yıkılan
Osmanlı düzeninin yerine bize rağmen ikame edilmişti. Mağlubiyetle çıktığımız Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı'nın
özgürlük vaadiyle kurduğu bu ülkeler en fazla birer manda olabildi. Yani, ilkokul çocukları gibi, her birinin başına resmen bir dış vasi, bir de gündelik işlerini yürütmeleri için iç vasiler
tayin edildi. Dış vasilerden şeklen kurtulmak için
2. Dünya Savaşı sonrasını beklemeleri gerekecekti. Bu süreçte dış
vesayet özel anlaşmalarla gayri resmi devam etti; iç vesayet ise bazı isim ve şekil değişiklikleriyle. II. Dünya Savaşı sonrası yapılan dizayndan bu bölge halklarına düşen, ya sağcı ya solcu ama mutlaka otoriter rejimler ve bölgedeki sorunların anası olan
Filistin meselesiydi. Bin Ali'nin 23 yıldır, Mübarek'in 31 yıldır başta olması kimseyi aldatmasın. Bu isimlerden önce de düzen farklı değildi. İşte şimdi bu düzenin temelleri çatırdıyor. İlk dizayn zaten bize rağmen yapılmıştı. Mağlubiyetle katmerlenen bu acı hatırayı silmek için en az 400 yıllık hafızayı sıfırlamak istedik. Resmî tarih, "Arkadan hançerlendik" diye hükmünü bastı. 'Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü' deyip küsmekle kalmadık; kurtuluşu, bu geçmişi hatırlatan kutsallar dahil her şeyi unutmakta bulduk. Bu ruh haliyle girdiğimiz ikinci dizaynda, sesimizi yükseltecek halimiz yoktu. Batı'nın bir kısmından korumak için Batı'nın diğer kısmına emanet etmiştik kendimizi.
Bugün, üçüncü dizayn için kartlar dağıtılıyor. Geçmiş iki dönemde yedikleri kazıkların, çektikleri acıların etkisi ve
Türkiye'nin Özal'la başlayıp
AK Parti ile süren dindarlıkla
demokrasi ve kalkınmayı harmanlayarak gösterdiği başarının etkisiyle 100 yıl sonra ilk kez halklar bu tarafa bakmaya başladı. Bölgeden işadamları, akademisyenler, gazeteciler, din adamları Türkiye'yi merak etmeye başladı. Gül, Erdoğan, Davutoğlu üçlüsü Arap sokaklarında popüler oldu.
Açıkçası bölgeyle ilgilendiği için Türkiye'nin eksenini kaydırmakla suçlanan AK Parti liderleri, diplomatlar, işadamları,
sivil toplum bölgeye ısınıyordu. Şaşırtıcı da olsa Türkiye, eski dönemin kalıntısı rejimlerle takışmadan hem yönetimlerle hem de halkla buluşmayı beceriyordu. Ve Türkiye'ye bırakılsa, muhtemelen tedrici (evrim) yoluyla değişimi devrime
tercih ederdi. Çünkü bu hızlı değişimin, erken
doğum olma riski büyüktü.
Bu yüzden içinde bulunduğumuz hal, yıllardır ayrı kaldığınız dostunuzla kucaklaşıp, hasret gidermek için aynı sofraya oturduğunuz binanın bir anda yerle bir olmasına benziyor. Ne biz unuttuğumuz dostu yardımcı olacak kadar tanıyabildik; ne de o yolu tek başına yürüyecek kadar biliyor. Keşke hükümet, medya, sivil toplum, asker,
siyasi partiler ve
iş dünyası olarak boş sorularla vakit geçirmek yerine önümüzdeki dönüşüm sürecine ne kadar olduğumuza yoğunlaşsak..