Başbakan Erdoğan, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında açık açık sordu:
“Buradan BDP’ye açık açık soruyorum, gazeteci yazar
Orhan Miroğlu’na yönelik tehditler faşizm değil de nedir?
Gazeteci yazar
Mehmet Metiner’e yönelik ortaya çıkarılan suikast planları basına,
basın özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne aleni bir tehdit değil de nedir? Son günlerde
Odatv ile ilgili bu kadar sahip çıkma gayreti içinde olan medyanın temsilcileri niçin Mehmet Metiner, Orhan Miroğlu için kalkıp da kaleminizi, dilinizi konuşturmuyorsunuz?”
Bu sorular tarihi önemdedir. Çünkü tarihe bizzat Başbakanın diliyle not düşülmüştür. Şimdi bu soruların
cevapları aranıyor. Malum zevat, “Başbakan artık kalemimizi nasıl konuşturacağımızı da bize dikte ediyor!” yollu itirazlarda bulunmaya başladı bile. Her sözü çarpıtmayı marifet bilenlere ne anlatırsanız nafile.
Başbakanın söyledikleri bu anlama mı geliyor? Aslında kendileri de biliyorlar bu anlama asla gelmediğini. Soruların doğruluğu karşısında “basın özgürlüğü” maskesiyle gizledikleri asıl yüzlerinin ortaya çıkmasından duydukları telaşla konuyu saptırmaya çalışıyorlar.
Başbakanın sorularının yaslandığı bakış açısı gayet açık. Önce bu soruların cevabı
verilmeli.
Evet, faşizmdir ve basın ve ifade özgürlüğüne açık bir tehdittir diyorsanız o zaman niye buna karşı çıkmadığınız sorusuna cevap vermelisiniz.
Hayır değildir diyorsanız, o zaman durum farklılaşır.
İkinci tür bir cevap, ideolojik bir cevaptır ve bütünüyle fanatizm düzeyinde bir yandaşlığı veya karşıtlığı içerir. Bunun demokratlıkla veya basın özgürlüğü savunusuyla hiçbir alakasının olmayacağını söylemek bile gereksiz.
Başbakan
siyaset ve medya dünyasında apaçık gözlemlediği bir çifte standarda ve iki yüzlülüğe ayna tutuyor. Bundan hoşnut olmayanlar, Başbakanın sorularına içtenlikle
yanıt vermek yerine konuyu kendi meşreplerine uygun biçimde saptırma yoluna gidiyorlarsa ortada daha vahim bir durum var demektir.
***
Başbakana hukukuma sahip çıktığı için bir vatandaş olarak binlerce kez teşekkür ediyorum. Apaçık bir hukuksuzluğa ve iki yüzlülüğe ayna tutup anti-demokratik bir zihniyeti teşhir ettiği için de bir basın mensubu olarak ayrıca teşekkürü borç biliyorum.
Olayın duyulduğu günden bugüne hiçbir medya temsilcisi arayıp “geçmiş olsun” dileğinde bulunmadı.
Salih Memecan’ın başkanı olduğu
Medya Derneği dışındaki meslek kuruluşlarının hiçbirisinden ses seda çıkmadı. O mangalda kül bırakmayan İnsan Hakları Derneği ve
Mazlum-Der gibi kuruluşlar da buna dahil.
Soner Yalçın ve Odatv konusunda her Allah’ın günü ‘basın özgürlüğü’ ahkamı kesen o gazeteci-yazarların tamamına yakını bir tek satır olsun değinmedi.
Oysa benim olayımda aynı zamanda
yaşam özgürlüğüne de aleni bir tehdit söz konusuydu.
Başbakanın söylediğini çarpıtarak kendilerine yeni bir mecra açmak isteyenlerin bir nebze olsun hem meslek etiği hem de insanlık bağlamında yüzleri kızarmıyor besbelli.
Oysa Başbakanın soruları tüm yalınlığıyla ortada duruyor. Bir cevabınız yoksa bari
susun.
Son söz:
Bu konu şahsi bir konu değil, ilkesel bir konudur.
O yüzden konunun ilkesel düzeyde tartışılması gerektiğine inanıyorum.
Bu olay, tetikçisinin kimliğinden bağımsız bir karanlık olay gibi görünüyor.
Sağ gösterip sol vurma siyasetinde mahir olanların oyununa gelmem ben.
Kaos ve çatışma ortamı oluşturarak kirli planlarını gerçekleştirmek isteyenlerin taşeronlarıyla da işim olmaz benim.
Kimse bu olayı benimle bir
örgüt arasında geçen kişisel bir olay gibi sunmasın lütfen.
Bu
seçim öncesi
kaos planının bir parçası.
Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında kimlerin statükoyu sürdürmek için nasıl kirli ittifaklar içinde olduğunu hatırlatan sözlerini yeterince açıklayıcı ve uyarıcı buluyorum.
İçlerine sızan unsurlarla giderek kirli bir oyunun figüranı haline dönüşenler umarım bu yalın gerçeği görürler.
Bu kavganın “iyi
Kürtler”le “kötü Kürtler”in bir kavgası olmadığını söylemek bile gereksiz.