ABD Büyükelçisi Françis Joseph
Ricciardone,
Türkiye’ye yaklaşık bir ay önce geldi. Hatırlanacağı gibi uzunca bir dönem ABD’nin Türkiye
büyükelçisi atanamamış, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki mücadele Türkiye’de görev yapacak büyükelçinin nitelikleri konusunda iyice açığa çıkmıştı. Bu arada ABD, Türkiye’de en üst düzeyde temsil edilememiş olsa da, isim üzerindeki tartışmalar bu konudan daha önemli sayılmıştı. Sonuçta Ricciardone ismi daha en başından itibaren aralarında gerginlik olan kesimlerin tartışmalı ismi olarak Türkiye’de göreve başlamıştı.
Büyükelçi kendisini ABD’deki siyasi kamplaşmadan kurtarıp Türkiye’ye atınca rahatlamış mıdır bilinmez, ancak daha beter bir durumun içine düştüğünü iki gün öncesi itibarıyla anlamış olduğu tahmin edilebilir.
Basından öğrendiğimiz kadarıyla büyükelçi ‘demokratikleşmenin önünde engel olarak duran çevre ve kurumların
tasfiye süreci devam ederken, demokrasinin özünü oluşturan basın hürriyetinin ya da ifade özgürlüğünün de zarara uğratıldığını’ anlayamadıklarını ima etmiş.
Türkiye’de yaşananlara yukarıda tırnak içinde verilen bir anlatımla anlam vermeye çalışıldığında, gerçekten anlamak zor olabilir. Kabul etmek gerekir ki Türkiye’yi ne kadar iyi tanıdığını ifade ederse etsin hiçbir
ABD büyükelçisinin meselenin özünü içselleştirmesi kolay değil. Ricciardone’nin yaşadığı ülkede bu türden
darbe girişimi davaları olmuyor, bu tür tartışmalar yapılmıyor. Büyükelçinin yaşadığı ülkede bazı kesimler sadece başka ülkelerdeki darbeleri destekleyen bir tarihe sahip; ancak bugün de bu tarih değişmiş durumda. Öte yandan büyükelçinin Türkiye’de olup biteni anlamak için kimlerle görüştüğü, hangi yayın organlarını takip ettiği de önemli. O kadar farklı yaklaşımlar aktarılıyordur ki, bocalamaması mümkün olmuyordur. Türkiye’de bile anlayamayan kesimler olduğuna göre, büyükelçiyi öne çıkarmak haksızlık olabilir.
Bununla birlikte, meselenin bir de Türkiye yönü var. ABD büyükelçisinin anlayamama halinin bu denli önemsenmesinin nedenini sormak gerekiyor. ABD olanları endişeyle izlese ne olur, keyifle izlese ne olur? Burada daha çok içerideki kamplaşmayı sertleştirme girişimi olarak sözlerin kullanması ve “ABD bile endişeleniyor, biz endişelenmişiz çok mu?” anlayışı var gibi. Tabii ABD’nin kızdırılması halinde neler yapabileceği yolunda örtülü bir ima da bulunabilir. Anlaşılan o ki hükümet de meseleyi bu biçimde görmüş ve büyükelçinin konuşmalarının içindeki cümleler iç işlerine karışma olarak değerlendirilmiş. Bu yaklaşımın da büyükelçinin anlayamadıklarına dahil olacağını söylemek mümkün. Zira içişlerine karışma konusu önemli bir itham olarak algılanabilir. Öte yandan ABD büyükelçisine kızmanın “
batı” şüpheciliğini siyasi duruşunun temel malzemesi olarak kullanan kesimleri besleyeceği de unutulmamalı.
Seçimler arifesinde atılan her adımın, söylenen her sözün oy kaygısıyla özdeşleşmesinde bir anormallik bulunmuyor, dünyanın her yerinde işler böyle yürüyor. Sarkozy’nin Türkiye karşıtlığı onu cumhurbaşkanlığına taşımıştı. Ancak iç
siyaset uğruna dış ilişkilerin kullanılması, ki bu Ricciardone için de geçerli olabilir, toplumların son derece kalıcı ve olumsuz yargılara kapılmasına yol açabilir. “İyilikler bizden, kötülükler dış güçlerden” anlayışından kurtulmaya yüz tutan toplumları yeniden bu sarmala sürükleyecek her durumdan kaçınmanın en büyük yararı, bugün olanların sorumlularını dışarıda değil içeride aramaya devam etmek olabilir.
Yargı alanına intikal etmiş konuları biz bu kadar tartışıyorsak başkaları da tartışır, belki bu yolla daha da çabuk anlarlar.