"Tabiîn" ifadesi literatürde Efendimiz'i (aleyhi's-salâtü ve's-
selam) görememiş ama
sahabe efendilerimizle tanışma ve onlarla hemhal olma şerefine nail olmuş kutlu nesil için kullanılır.
Tevbe Sûresi 100.
ayet-i kerimede: "Muhacirlerden ve ensardan ilkler, (en evvel İslâm'a girip, 'Biz varız!' diyerek kendilerini ortaya atanlar) ve ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya:
Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldu ve Allah onlara içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan Cennet'ler hazırladı. İşte bu büyük bir kazançtır." buyurulur. Burada "ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar" ifadesiyle sahabeden sonraki
altın neslin kastedildiğinde
ittifak vardır.
Bu âyet-i kerimede, sahabe ile tâbiîn bir arada ele alınmakta ve haklarında Allah'ın onlardan, onların da Allah'tan razı oldukları hükmü verilmektedir. Allah'tan razı olmak demek, O'nun celâlinden cefâ, cemalinden safâ da gelse, ikisi arasında fark gözetmeksizin hüsnü kabulde bulunmak demektir. Bir başka deyişle Allah, verdiği her şeyi alsa veya dünyaları verse hiç tavır değiştirmemek; kazandıkları karşısında hiç şımarmadan, kaybedince de hiç mahzun olmadan dosdoğru kalabilmek ve başa gelen her musibeti lütuf gibi karşılamak demektir. Bu şekilde Allah'tan razı olanlardan Allah da razıdır.
Tabiîn nesli her yönüyle altın bir nesildir. Dinin en saf ve duru haliyle sonraki nesillere intikalinde hususi bir rolleri olmuştur. Dini emirlerin hassasiyetle yaşanması, kalbî ve ruhî hayatın canlı tutulması yönündeki gayretleri kıyamete kadar gelecek insanlara örnek teşkil eder mahiyettedir. Muhterem
Fethullah Gülen Hocaefendi, onların kıymetini ifade sadedinde şunları söyler: "Mutlak fazilet, her zaman sahabe-i kirama ait olmakla birlikte, tâbiûn içinde, bazı hususî faziletlerde sahabeye yetişen, hatta bazı hususlarda sahabeden bazılarını geçenler bile vardır."
Bunun birkaç sebebi olabilir. Bilindiği gibi tabiîn dönemi fitnelerin, iç savaşların ve siyasi çekişmelerin çokça görüldüğü imtihanlarla dolu bir dönemdi. O dönemde Allah, insanları büyük fitnelerle sarsmış, silkeledikçe silkelemişti. Her yerde, her evde âdeta korkunç fitne ateşleri yanıyordu. Bugün dünyayı cehenneme çeviren kirli düşünce o dönemde de bütün ürperticiliğiyle her türlü oyununu, hilesini ortaya koymuştu. Tabiîn efendilerimiz böyle dehşetli bir fitneden ancak Allah'a tam bir teveccühle kurtulabileceklerini biliyorlardı. Bu sebeple onlar arasında gününü bin rekât namazla süsleyenler, Kur'ân-ı Kerim'i dört günde, hatta bir gecede iki rekât namazda hatmedenler, hayatlarında cemaati hiç kaçırmayanlar ve ömrünü secdede geçirenler az değildi.
İkinci olarak, tâbiîn döneminde maddî cihad kılıcı bir ölçüde kınına konmuş ve mânevî cihad, "cihad-ı ekber" denilen nefisle mücadele en büyük vazife hâline gelmişti. Nefsin vesveselerinden kurtulup rızaya erme hayatlarının tek gayesi olmuştu. O dönemin dev kametlerinden Mesruk,
Mekke-i Mükerreme'de kaldığı sürece, sağ veya sol yanını yere koyup yatmamış ve hep
Kâbe karşısında secdede uyumuştu. Hastalandığı zaman kendisine: "Biraz dinlenmeyi düşünmez misin?" dediklerinde ise şu cevabı vermişti: "Vallahi; gâibden-semadan birisi gelse de bana 'Allah sana kat'iyen azap etmeyecek!' dese, ben yine eskiden olduğu gibi aynı ciddiyet ve azimle
ibadet etmeye devam ederim."
Yalandan olabildiğince uzak, olabildiğince samimî, olabildiğince içten ve olabildiğince sağlam bu emîn insanlar naklettiler bize
sünneti. Bir başka dev
Muhammed b. Münkedir, hemen her hadis imamının kendisine başvurduğu insandı. Kendi çağında da, kendinden sonraki çağlarda da onun adı 'Bekkâ'dır. "Bekkâ" çok ağlayan demektir. Allah'a olan saygı ve muhabbetinden öyle ağlardı ki, kendisini çocukluğundan beri çok iyi tanıyan annesi: "A be evlâdım! Çocukluğunu bilmeseydim, belki bir günahın vardır da, ona ağlıyorsundur diyecektim. Hâlbuki böyle bir şey yok; öyleyse, niçin bu kadar ağlıyorsun?" derdi. Ama Muhammed b. Münkedir için ağlanacak çok şey vardı. Allah korkusu, Allah'ın büyüklüğü karşısında kulun küçüklüğü, bir gün yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz, öldükten sonra haşr olacağımız gerçeği, defterlerin uçuşacağı hakikati, Cehennem'in alevleri arasından Sırat köprüsünü geçme mecburiyeti. Onu ağlatan bunlardı.
Sadece birkaç misalini yâd ettiğimiz o muhteşem nesil emaneti çok güzel taşıdılar ve kendilerinden sonraki kutlulara devrettiler. Bugün ilahilere konu olan Üveys'ül-Karnî, hadisin dev imamı İbn-i Sîrin, Hasan Basrî, Said ibn-i Müseyyab, Haccac zulmünde kurbanlık bir
koyun gibi boynu vurulan İbn Abbas'ın talebelerinden Said İbn Cübeyr ve daha niceleri bu pak neslin fertleriydiler.
İşte sünnet, hadis, bize gerektiğinde sünnetin bir tek meselesi uğrunda kurbanlık koyun gibi boyunlarını uzatan böyle fedailer kanalıyla geldi! Rabb'im bu kutlu insanları tanımayı ve yollarından yürümeyi nasip etsin.